21 Aralık 2013 Cumartesi

meriç'in şiir güncesi


ekim'in ekilmesi

"şiştikçe içine büzüşen karnım/ koca bir algı lekesiydi /çektim çıkardım çocukluğumu// gözüme meriçten sürme çekince/ renkten renge kayarak düşü suyla boyadım/ hercailer döküldü avuçlarımdan/parmaklarımda yeşerdi ölümün gülü" demiştim" ekim" ismini verdiğim şiirde 16 12 13/ 20 45..de..

"gözüme meriçten sürme çekince" demişim ya, anlamanın yolunda, dünyadaki izimi sözlere düşürürken... oysa tam tersi yani " sürmemin tortusunu gözlerimden çekince " olmalı sanırım doğru ifade,

"bir ebe meriç demiş bir ebe gözlerime sürme çekmişti ikinci kez musalla taşında doğduğumda" bu kez de gözüm özgürleşirken ebenin çektiği sürmelerden de kurtulmalı. bunu fark ettim. kurtulmalı derken gelecekte değil, olmuş bile zaten bu kurtuluş..yani aslında olsa olsa kurtulduğu için özgürleşebilmiş olmalı ki elim bu denli serbest kalmış bu son süreçte.

"aldım elime şiir damlatan fırçayı, durmadan çizdim çizdim çizdim dünyayı" derken dilimden şiir akıtıyordum ama şimdi resmen şiiri resimden de akıtıyorum sanki.., dizelerin birbirinden farklı okunabilme aralığı gibi çizdiklerimin içinde saklı şiiri görüyor gözüm. birçok okumaya izin veren çizgilere dönüştüğünü görüyor, an be an ben çizdikçe elimin altında değişip dönüştüğünü anlamın..

gözüm sadece özgürleşmedi galiba, farkındalığı da arttı. çizdiklerimin derinliğine saklı şiirleri hiç yazılmadan görebildikleri için çok mutlu oluyorum. tüm kavramlar yeniden tanımlanmalı, diyoruz ya. tıpkı "şarkıyı iyi icra etmek" teriminin yeniden tanımlanması gerektiği gibi. icra etmek ne soğuk bir kelime. ne içtenliksiz.. parantezin dışında gezinmekten içine giremeyeceğini baştan peşin peşin kendine ve diğerlerine ilân etmek gibi bu tanıma sokuşturulan anlam aralığı sanki. oysa parantezleri yırtıp o boşluğun içinde taklalar atmak da mümkün .

serpil'e çizdğim bu ön resimde saçları havaya fışkırmış kızın mutlu düşen yüzü ile. vakurla bakan kızın aynı çizimlerde ters yüz olması gibi. aynı renklerde saklı spermin aynı zamanda belki balık da olması gibi... ve o balığın bir kuş yavrıusu....

"anlamla anlamsızlık arasında duruyor benim yapıtlarım" diyordu anish kapoor., bir kaç gün önce gezdiğim sergideki sinevizyonda.. anlamla anlamsızlık arasındaki flu alanda duruyor belki de aslında tüm dünya. biz parantezleyip parantezleyip ayırdığımız içindir belki de tüm ayrılıklar. yoksa ki "ölümün gülü" neden fışkırmasın avuçlarımızda "negaitf bir varoluş" olarak. neden doğmak için musalla taşına gerek duyalım illâ. neden çıldırmasın renkler avucumuzda her gün yeniden...

o halde şiirin ikinci hali belki de şöyle olmalı:

ekim

şiştikçe içine büzüşen karnım
koca bir algı lekesiydi
çektim çıkardım çocukluğumu

sürmemin tortusunu gözlerimden çekince
renkten renge kayarak düşü suyla boyadım
hercailer döküldü avuçlarımdan
parmaklarımda yeşerdi ölümün gülü

aynur uluç
17 12 2013 / 07.09


------------------------------------------------------

şu aralar ne yazıyorum. belirgin bir şey değil. şiirler daha çok. mesela dün gece "ekim"e uğraştım. sayfamda paylaşmıştım ya, hayatımda ilk kez taslak notlarımla birlikte.

meriç'teki sürme aksa mı idi, yaksa mı idi diye ilk başlangıcında.

o çalışmaya gözü de kalbi de dikkatli bir arkadaşımdan (mustafa sütlaş'tan ) yorum geldi mailime. her türlüsünün de çok özel ve kıymetli olabileceğine dair. bazen aynı amaca hizmet eden şeylerin tersi ile de olabileceğini ya da her iki şekilde olabileceğini bana söyleyen. yani ikisinden birisini tercih etmek zorunda olmadığımı bana hoş bir şekilde anımsatan. ve bunun daha da çok versiyonları olabileceğini hatta. ben de o şiire çalıştım. dörtledim kıtaları. önce sürme çekilmiş zaten, sonra sürme fark ediliyor gözde, sonra o gözden çekip alınıyor ve o sürme ve göz seviliyor. dört kıtada böyle bir sıralama ile çalıştım. ama önce o şiire el versin diye başka bir şiirimden söz etmeliyim:

" meriç'in şiiri"nden.

meriç benim göbek adım. göbeğimi keserken "adını meriç koydum" diyerek ebenin verdiği isim. ama annem aynur demiş. çok sevdiği komşusunun kızının adını vermiş, bir vefa borcu gibi. köyünden çıkıp ilk kez istanbul'a geldiğinde ona annelik babalık yapmışlar. o yüzden aynur ablamın adını taşıyorum şimdi nüfusta. annemin o gün yaptığı elbette çok anlamlı ama öte yandan da o ebenin beni doğar doğmaz tanıdığını düşünüyorum, çünkü benim kendimi tanımam yıllarımı aldı... hayatım hep nehir olup akmakla geçti oysa ve ben yol almayı hep sevdim.

geçen gün de bir başka arkadaşım dedi ki:

- seni tanıdığım ilk gün ismini "aynur nehir" diye kaydetmişim telefonuma. tanımak için görür görmez hangi aynur olduğunu...

buna acaip sevindim meriç'i filan bilmeden verdiği bir isim çünkü. adımın tekrar bana verilmesi gibi bir hayat armağanı şimdi bunu duymak.

"az gittim çok döndüm"ün kitap okur tanışması etkinliğinde de altı yıl boyunca konuda konuya konuktan konuğa; hâlden hâle aktığımız "nehirmuhabetler"de gibi hissediyordum bizi. ( kendimi demiyorum sadece, oraya katılan katılmayan hepimizi) ve nehir gibi akan beş saat bitip de etkinliğe katılan herkes gittiğinde o gece mekânda program yapacak olan grup çıktı sahneye. "grup tılsım"mış adı.

dört kişi kalmıştık bizim masada. önce bir kişi gitti. sonra diğeri ve sonra grup solisti programlarının ikinci bölümü de olduğunu söylediği halde salondakiler de gitti zaman içinde,.. salonda garsonlar bile dolaşmaz oldu, müşterileri kalmayınca... imran da kalktı masadan; sanırım dışarı çıktı bir ara... salonda tek ben dinliyordum. beş kişilik bir grup baterisinden gitarına su gibi akan solistleri öyle eskilerden yenilerden çalıyorlardı. ilk kez izlediğim ve dinlediğim gençler. nasıl güzeller. nasıl güzel şarkıları nasıl güzel çalıyorlar. salonda sadece ben kalınca ve bir süredir de sürünce bu durum..; solist çocuk bana dedi ki mikrofondan.

-salon boşaldı. )))

ben de dedim ki "düşünün ki bu salon ağzına kadar dolu... ama ben yokum. emin olun şu anda ben hepsinden daha fazla dinliyorum. şu anda o denli çok dinleniyorsunuz candan. o denli derin .. yani salon boş değil "

... devam ettiler.

ben de içimden bir şarkı tuttum..;

-bu şarkı "yol" un olsun. nehir gibi akan yolumun olsun bu şarkı.

ve kulaklarıma inanamadım. "boat on the river"ı çalmaya başladılar.

sular seller gibi ağladım.

aynur uluç
21 12 2013 / 10.00


ekim

gözüme meriç'ten sürme çekilmişti daha doğarken
şiştikçe içine büzüşen karnım
koca bir algı lekesiydi
çektim
çıkardım çocukluğumu
elden ele kayarak düşü suyla boyadım
hercailer döküldü avuçlarımdan
parmaklarımda yeşerdi ölümün gülü

gözümde meriç'i fark ettiğimde
telden tele kayarak düşü
kirle boyadım
bambaşka hercailer döküldü avuçlarımdan
ırmaklarımda ürperdi yaşamın gülü

sürmemin tortusunu gözlerimden çekince
ekince ellerime yeniden
boyverince dilimde
renkten renge kayarak
düşü
selle boyadım
yepyeni hercailer döküldü avuçlarımdan

içimdeki meriç'i, sevmeyi de bilince
remden reme kayarak düşü düşle boyadım
renk renk hercailer döküldü avuçlarımdan
karanfiller, fesleğenler döküldü
papatyalar, begonviller döküldü
şarkılar şiirler
masallar döküldü tek tek
kaynaklarımda binverdi sihirin gülü

aynur uluç /21 12 13 ...12.00

6 Aralık 2013 Cuma

oturma taşı

güvercinler mi taşır acıyı en çok
serçenin mi ağzında ağlar kederli deniz
hangi ağacın kolları sarmıştır sorgu sualsiz

hangi ağıdın ucu varabilmiştir kayıp kabrin gönlüne
volkanlar dile gelip nasıl püskürmez mayalı yok oluşta
hangi saat kabul edebilir bitmeyen geceleri

taşlar nasıl susar bunca yok edileni bilip
annelerin iç gözü ağlar her gün, her cumartesi
otururken kuşlarla yalnız
yıllar
yıllar
yıllar geçer ömürlerden
güneş hep bulut altı

yağmurlar, rüzgârlar geçer galatalı meydan yerinde
damla sele karışır, sel kaybın gözyaşına
kör karınca görür de, insan gözü mü görmez

aynur uluç

fotoğraf: ömür eğribel

.

18 Eylül 2013 Çarşamba

su ağacı




titreşen kalbimi sulara ektim

parmaklarımda açtı yolların sihri

döndü dolaptı döndü durmadan...

tenimde köpüren hokkalı deniz

karıştı rüyamdan düştü gerçeğe

aşkın seçtiği mahzenden geçtim

terim mürekkep oldu, tükrüğüm nehir

eteklerimden aktı ipliği dilin



yaprağı oynaştıkça dalına koşan ağaç

suyuyla kıvrandıkça yaprağına uzayan dal

çiçeklendikçe tomurcuk açan

tomurlandıkça büyüten mayi çocuklarını

gökkuşağını rüzgâr rüzgâr emzirip

beline rafyadan yangın bağlayan

süt bir cemre düştü rahmime ben iflah olmam



aynur uluç

17 Ağustos 2013 Cumartesi



iç kanama

güneş giriyor parmaklarımın arasından
kedilerin bakışı seni tütüyor 

birden
tel tel bölünüyor yeryüzü
diken diken oluyor gülleri aşkın

oluk olmuş akıyor bir kadının bedeni
kefeler kan içinde
köşeler kan

yatırılmış öylece
gelmişi geleceği aynı yere akıyor
boğazından hayatı
gül memeleri akıyor nefes boruma

oysa ne kadar da güzeldi deniz
ne kadar güzel rüzgâr

neden kefeler hep kan içinde

aynur uluç


11 Mayıs 2013 Cumartesi

zamana üflerken


bazı günler özeldir. öyle doğum gününüz olduğu için özel olmasından söz etmiyorum. özel olduğunu hissedersiniz başından sonuna, ve belki de siz öyle hissettiğiniz için özel olmanın imkânlarına kavuşurlar o günler; ancak bu hissediş tek başına olmaz. küçük küçük gibi görünen sözler, iletiler, anlamlandırışlar kurar bu hissinizi. Sizi o özel güne getiren zemin, birikmişlikleriniz ve farkındalıklarınızdır belki de. Belki de doğum günü insana tam da böyle bir imkân sunar şımarabilmenin “sözde” imkânıyla yola çıkar ve gerçekten açarsınız kapılarınızı. artık her şey birbirine karışır… açtığınız için mi girmişsinizdir o kapıdan, kapı hep açıktır da zaten, şimdi açık olduğunu gördüğünüz için mi bilemezsiniz. ama şunu bilirsiniz; sizinle birlikte oradan geçen insanlar vardır. kimini o an bilirsiniz, kimisini sonradan… kimi uzaktan akıtır içini, kimi yakından… kimisi bir cümle der geçer, kimisi yağmur yağmur. ama hepsi.. hepsi… hepsi kıymetlidir ve birlikte oluştururlar o bütünü, azı çoğu kalmaz artık o yıkanma halinde.

o gün de yolculuk boyunca şiirler okuyarak gelmiştim işe ve o yolun sonunda şiir içinde kalmıştım zaten. kendime bir doğum günü hediyesi vereceksem eğer, kendime bir hediye vermek isteyecek ve bunun için doğum günümü mahsuscuktan vesile yapacaksam; bu hediye şiir olsun, diyerek şiirin bahçesine girmiştim zaten. başlamıştım bile yıllar önce yazılan bir şiiri satır satır sökmeye. üstüne üstlük içimde dönenlerin altını çizer gibi bir mesaj almıştım bir arkadaşımdan o sabah.

çok da fazla paylaşmışlıklar yaşayamadığımız öyle ki, doğru söylemek gerekirse kendisinden mesaj alacağımı dahi ummadığım bu arkadaşım Turgut Uyar’ın "ne o beni kandırmıştı / ne ben onu baştan çıkarmıştım./ ikimiz de bildiklerimizin ötesine / bulduklarımızın üstüne çıkmak istemiştik." dizelerinden el alarak bana dedi ki; "ikiniz yani aynur… sen ve hayatın; “bildiklerinizin ötesine bulduklarınızın üstüne çıkın”, hoş yaşayın, mutlu yaşayın, coşkulu yaşayın, aşkla yaşayın…"

ve sanki kapının açık olduğunu gösterdi ya da açılabilir olduğunu diyeyim gönderdiği dizelerle. kilidi açtım ve girdim... ya da adımımı attım eşikten ve öyle girdim; ne fark eder…girdim…

girdim ve o andan itibaren çok “acaip” bir gün yaşadım. görünüşte diğerlerinden belki çok da farklı olmayan ama belki de çok da farklı bir gün… her cümle başka değdi ben farklı bir hissedişde olunca, her cümle farklı çıktı içimden…. artık diğer günleri benim için, o günden sonra diyerek tanımlayacağım duygular yaşadım içimde. inanması zordu ama sanki her şey benim istediğim şekilde oluyordu, ben istemeyince de olmuyordu sanki.

tüm günü anlatmayacağım ama şunu paylaşmak isterim: günümün sonunda saat gece 12 ye varırken; bir başka şiire değdi gözüm. öyle ki benim için oturmuş günümü bana anlatıyordu sanki yeniden Neruda. belki de anlatmıyordu da, bana öyle gelmişti. Şiir karşıma tesadüfen çıkmamıştı elbette ama belki de tesadüftü… bir başka arkadaşımın benim için seçtiği bir kitapta onu bulmam için sayfaların arasında beni bekliyordu. direk o sayfayı açtım çünkü; bilir gibi desem olmayacak, aslında nasıl'ını anlatabilmek zor ama “bilerek” diyeceğim yine...

ve başladım Neruda’nın ağzından girip gözünden okumaya:

Neler olmuyor ki bir günde

Rastlarız birbirimize gün boyu
Üzüm satarlar sokakta
Deri değiştirir domatesler
İstediğin genç kız
Artık dönmez büroya

Habersiz değiştirdiler postacıyı
Aynı mektuplar değil şimdi mektuplar
Birkaç altın dal ve her şey bambaşka
Şimdi zengin bu ağaç

Kim söyleyebilirdi yaşlı derisiyle
Bu kadar değişeceğini yeryüzünün
Eskisinden daha çok yanardağ var şimdi
Yepyeni bulutlar var gökyüzünde
Başka türlü akıyor ırmaklar
Üstelik neler yapıldı!
Yüzlerce otoyol açtım
Yüzlerce yapı,
İncecik temiz köprüler,
Gemiler, kemanlar gibi.

Ne zaman selâmlasam seni
Öpsem çiçeklenen ağzını
Öpüşlerimiz başka öpüşler
Ağızlarımız başka ağızlar.

Kâm al sevdiğim, kâm al her şeyden
Düşen ve çiçek açan her şeyden
Kâm al bugünden, dünden
Önceki günden, yarından.

Kâm al taştan, ekmekten,
Ateşten, yağmurdan.

Değişenden, doğup büyüyenden
Kendini tüketip yeniden öpüş olandan.

Kâm al, neyimiz varsa,
Havadan, topraktan.

Kuruyup gittiğinde hayatlarımız
Yalnız kökler kalır bize
Soğuktur rüzgâr nefret gibi.

Değiştirelim, öyleyse derimizi
Çivilerimizi, kanımızı, bakışımızı;
Öpsen beni çıkarım dışarı
Işık satmak için yollarda

Kâm al geceden, gündüzden
Dört mevsiminden ruhun

Pablo Neruda
(Çeviri: Alova)

aynur uluç
10 mayıs 2013

20 Nisan 2013 Cumartesi

çift bedenler

yüze
yüz
iki beden
bazen iki dalgadır
okyanustur geceye

iki beden yüzeyüz
geceye çöl
iki kayadır bazen

an olur
gecedeki köklerdir
sımsıkı
yüzeyüz iki beden

bazen de
iki beden
yüzeyüz bıçaklardır
yıldırım olur gece

iki beden
yüzyüze
boş bir gökyüzünde
kayan iki yıldızdır

Octavio Paz
Türkçe yorumlayan: Aynur Uluç


Lacivert Edebiyat Dergisi 2012 / Sayı 48

3 Nisan 2013 Çarşamba

meriç'in şiiri


işte uzatıyorum kalbimi  
her bir parçasını özenle kestim
elim uzdur
ezber ettim doğramayı
yeniden yeniden çıkarıp gün ışığına
tuzlu suda ovmayı
ezber ettim

gözlerim ışıdı ölümle kumarda
musalla taşında doğdum yeniden
bir ebe sürme çekti gözlerime
bir ebe 'Meriç' dedi

korkma dikiş tutmazsa diye
otoklavda tutulu yüreğimi
okyanusa sal
musallayı da boş ver
özgürlüğe dik
göğsü kesik cesedimi

Aynur Uluç

14 Mart 2013 Perşembe

ulaşılamayansın


sen, kollarıma hiç alamadığımdın sevgili 
daha başında kaybettiğim
hangi şarkıları sevdiğini dahi bilemedim
vazgeçtim geleceğin kabaran dalgalarında
seni bulmaya çalışmaktan
içimdeki imgelerin tümü
mesafeler
derinden hissedilen görüntüler
şehirler, kuleler, köprüler
yolda sürpriz dönüşler
bir vakitler tanrıların nabzıyla atan
şu güçlü topraklar
hepsi, anlamlarında
beni daima iten sen’i büyütürler

Ne kadar bahçe varsa sendin sevgili
hep hasrete takıldı gözüm
köy evinde açık bir pencere
sen yeni atmışsın adımını, dalgın
beni görmeye
sokaklar ki
şansıma henüz yürüdüğün ve kaybolduğun ortadan
ve bazen varlığınla hâlâ başı dönen
bir dükkândaki ürkmüş cam
ani hayalimi geri verirdi
kim bilir
belki de aynı kuş yankılandı
ayrı ayrı
ikimizin içinde dün akşam

Rainer Maria Rilke
Türkçeleştiren: Aynur Uluç


Yeniyazı Edebiyat Dergisi
2011 / Sayı 11

4 Mart 2013 Pazartesi

Üç ironik sözcük

Gelecek sözü ağzımdan çıkarken
ilk hecesi çoktan geçmiş oluyor
Sessizlik derken yok ediyorum onu

Hiç sözcüğünü söylediğim an
Hiçlikten, tutulabilir bir şey yapıyorum

Wislawa Szymborska ( Polonya )
Yorumlayan: Aynur Uluç




Not: Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin ve çevirenin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

27 Şubat 2013 Çarşamba

boş ev

gizlerin içinden çıkardım cümleleri
ayaklarım boş bir eve getirdi
ateşten türemiş cevabım yok
sorular sürükledi de geldim

piyano tuşlarından bir ırmak
hayalet kuşlarından bin ses tatmaya
atlayıp cadı süpürgesine
embriyo sevgilimle yatmaya geldim

anadolu geldi benimle
mezopotamya geldi
şiirler yazılmadan akmaya
zaman kapısından bakmaya
anahtarım kilidi yakmaya geldi

düşlerimle büyüdü
okyanus oldu kızım
oğlum dev yanardağ
biri sağ koluma girdi, biri soluma
sesimde martılar, ceplerimde caz
dedem benimle tango yapmaya geldi

söylediğim bir şarkıydı işte, essiz notasız
eğilip bir böcek dedi ki kulağıma;
gerçek hayalde mi,
hayal mi gerçek
bilmek imkânsız

Aynur Uluç

Görsel: Kathy




 
Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir.



20 Şubat 2013 Çarşamba


‎"Anneanne, biliyor musun, kardeşin Horen kızına kimin ismini vermiş?" dedim
"Nereden bileyim?"
"Senin ismini vermiş anneanne; kızına Heranuş adını koymuş."
Birden yüzü aydınlandı, yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı ve, "Demek beni unutmamışl…ar," dedi.
Bunu söylerken o kadar heyecanlanmıştı ki, sesi önce bir yutkunmanın ardında kaybolup sonradan zorla ortaya çıktı.
Başka bir şey sormadı, duygularını belli etmemeye çalıştı ama anneannemi ilk kez o gün şarkı-türkü mırıldanırken gördüm. Anneannem türkü söylüyordu... (Anneannem, Fethiye Çetin)

ŞİİR OKUDUM, ŞİİR SUSTUM KENDİMLE

Fethiye Çetin'in "Anneannem" isimli kitabını okudum; yollarda ağlayarak okudum... Yarım bırakmak zorunda kaldığım yerlerde aklımı sayfalarda bırakarak okudum... İçin için isyan ederek, okuduklarımın gerçekliğini algılarken "hiç olmasaydı" duygusunu taaa içimden isteyerek...

Kitabı bitirdiğimde göğsümde öyle büyük bir yara açıldı ki , içimi şiirle sakinleştirmek istedim. Şair Özdemir Asaf'ın mum aleviyle oynayan kediyi anlattığı şiiri nereden aklıma geldi, hangi bağlantı neden oldu, bilinçaltım nasıl harekete geçti bil(e)miyorum. Belki okuduklarımı bir anlama oturtmak için, belki çare ile çaresizliği yeniden karıştırmak için kalp sayfalarımda. O sayfalardan gözüme akan fotoğrafların yıllar içindeki karşılığını bulmak ve bilmek için belki... Sakinleştirmek için göğsümde ürkütülen kuş sürüleri gibi savrulan fırtınayı belki. Belki de ağlamalarım yeni anlamalarla hızlansın diye yolumu kesmiştir;  “Bir evin bir odasında göz-göze susan iki insan”ın şiiri. Mum ellerimi tırmalasın, belleğimi yaksın kedinin elleri, içimi yıkayana dek ağlayayım diye belki de. Ağlarsam, belki daha fazla insan oluruz gibi bir umut. Belki daha fazla insan olursak, daha fazla anlatır ve dinlersek  Heranuş Nene'nin "Bir daha gelmesin, bir daha yaşanmasın" dediği günler gelmez insanların başına, türünden gibi bir iyimser umut. O günlerin acısını gözyaşlarımla temizleyemesem de, içimi-dışımı acıtan anıları okşayabilir miyim gibi bir umuttu işte ağlayışım. Yollarda da olsam, bunca suskunlukla mayalanıp kabaran acıya yürek kabarttıkça kendimi tutamayışımdı gözyaşlarıma sebep.

Neden kedi, neden alev; neden dün ve neden bugün? Her şey birbirine karıştı. O acı günleri anlatırken, bu çaresizliğinin sebebini soran torunu Fethiye Çetin'e  Heranuş Nene ne diyordu aynı çaresizlikle: "Ne bileyim..."

Bu cümleye sığındım ben de. Bu cümleyle seslenerek yanıtladım kendi kendime sorduğum soruları. Sonra yakıştıramadım kendime bugün hâlâ bilmiyor, öğrenmiyor olmayı. Yıllarca susularak büyütülmüş acıları  bilip de söylemiyor olmayı yakıştıramadım bizlere. Daha çok bilmeli, daha yakın tanımalı, daha fazla dinlemeliyiz, diye düşündüm. Gözümüzün gönlümüzün tüm pencerelerini açıp "bizden" ve ""onlardan" demeden, hiç kimseyi "içimizden biri", "dışımızdan biri" ilân edip ötekileştirmeden dinlemenin insaniliği... Dahası, kendimizi kendimiz(d)e ötekileştirmeden yenilemeyi.... İnsan’ı kendimize ötekileştirmeden anlamalıyız. Anlatmalıyız… Kitabın içinde ve dışında, denizde ve karada düşündüm... Düşündüm...

Ama önce sakinleşmeli ve sonra durmalıydı içimde kabaran sular. Dinginleşmeliydi önce, viran olan kalbimdeki kuş.  O yüzden belki de şiir okudum, şiir sustum kendimle... Kendimle yalnız ve kalabalığımla çok...
               
“Bir mum yanıyordu bir evin bir odasında/ O evde bir de kedi vardı. /Geceler indiğinde kendi havasında / Mum yanar, kedi de oynardı.

Mumun yandığı gecelerden birinde/ Kedi oyunlarına daldı. / Oyun arayan gözlerinde  / Mumun alevi yandı / Baktı / Mumun titrek alevinde / Oyuna çağıran bir hava vardı.

Oyunlarını büyüten kedi büyüdü / Kendi türünde çocukçasına / Döndü dolaştı, yavaş yavaş yürüdü / Geldi mumun yanına, oyuncakçasına. / Bir baktı, bir daha, bir daha baktı / Mumun alevinin dalgalanmasına / Uzandı bir el attı. / Bıyıklarını yaktırmadan anlamayacaktı… / İlk kez gördüğü mumun yakmasına / İnanmayacaktı.

Kedi, oyunlarında büyüyordu / Mum, üşüyordu yanmalarında. / Zaman ikili yürüyordu / Aralarında. / Bir ayrışım görünüyordu / Birinin yanmalarında / Öbürünün oynamalarında.

Kedi oyunlarında büyüyordu / Yitirerek gitgide oyunlarını. / Mum küçülüyordu yanmalarında / Yitirerek gitgide yakmalarını.

Oynarken büyüyen kedi yanacak / Aydınlatırken küçülen mum yakacaktı. / Küçülen yaka-yaka aydınlatacak /Büyüyen yana yana anlayacaktı.

Bir mum yanmasından / Ve bir kedi oyunundan / Kaldı sonunda / Bir gecenin tam ortasında / Bir evin bir odasında /Göz-göze susan / İki insan.

II

Mum yandı bitti / Kedi büyüdü gitti. / Oyunlar karıştı gecelerde / Suskun uykusuzluklara. / O iki insandan, sonunda / Birinin anılarında kedi / Birinin dalmalarında mum / Kaldı gitti.

Nerede bir mum yansa şimdi / Nerede oynasa bir kedi / Birbirine yansıyor, karışıyor gölgeleri... / Bugün dün gibi oluyor / Dün bugün gibi. / Mum ellerimi tırmalıyor / Belleğimi yakıyor kedinin elleri. ( Özdemir Asaf )

Aynur Uluç

13 Şubat 2013 Çarşamba

Neyse ki, Yapısı Var 'Aşk'ın...



Sevmek, hem de öyle çok sevmek ki; dünyanın öbür ucunda olsa dahi, sevdiğinin kokusunu hissetmek. Öyle saf sevmek ki; seninle olmasa bile onun mutluluğunu istemek açıkça.`Seni seviyorum` demese de şüphe etmemek sevdiğinden, seni düşündüğünden.

İşte böylesine özel, böylesine güzel bir şey `aşk`. Bahanelere ihtiyacı yok. Kendi dışındaki dünyadan ona hazır sunulan özel günlere ihtiyaç duymaz aslında. Çünkü o zaten kendisi, karşılaştığı her şeyi kendine yontan, etrafındaki nesneleri bile sevdiğini anımsatmaya bahane kılma ihtiyacında bir yapıya sahip.

O iki kişi arasında kurulu kapalı dünyasında biriktirir, her güzelliği ve acıyı. Kavgasının tadı kendinde, sevişmesinin tadı kendinde yine. Dünyadaki bu kadar çok aşk tarifine inat, anarşist bir yapısı var öte yandan. İki kişi arasında dönen ayrı bir kurgusu, kendisine has dili.

Sezgilerin konuştuğu bir dil bu. Cümle anlamlarının neredeyse söylenene birebir denk gelmediği bir açıklıkta seyreden. Kısa cümlelerde uzun anlamlar saklayan, uzun cümlelerinse bazen hiç bir şey anlatmadığı özel ve farklı bir durum. Tüm bunlara karşın bu kadar sağlam mı peki yapısı? Pamuk ipliğine bağlı değil mi, bazen de bozulması dengenin? Etkilenime en açık, karışıvermeye en uygun yumak gibi değil mi, bir yanıyla da? Kimyasına `matematik` desek; tümdengelimle değil, tümevarımla işliyor mekanizması. Hal böyle olunca; değil diğer insanların algıladığı şekle uygunlukla bir güne hapsolması, oradan anlamlanması, gerektiğinde tek bir `dakika`yı `yıl`a çeviren bir burgusu var.

Sevgililer gününün çıkışına baktığımızda ise; 270 yılında Roma'da imparatorluk yapan Aziz Valentine`i, tanrı ve tanrıçaların kraliçesi olan Juno`ya duyulan saygıdan ötürü yapılan tatili ve ertesi günü başlayan Lupercalia bayramını anımsıyoruz ki bu bayram, halkın genç nüfusu için çok önemliymiş o tarihlerde. Çünkü yaşantıları sınırlandırılmış gençler, sadece bu bayram süresince bile olsa birbirlerinin partneri oluyorlar ve bu birliktelikler genellikle bayram sonrasında evlilikle sonuçlanıyormuş. İmparator II. Cladius içinse en büyük sorun, ordusunda savaşacak asker bulamamak. Ona göre bu durumun tek sebebi, Roma`lı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak istememeleri imiş. İşte bu yüzden de Roma`daki tüm nişan ve evlilikleri kaldırmış.

Aziz Valentine ise, bu imparatorun hükümdarlığı zamanında yaşayan bir papaz. Aziz Marius ile birlikte II. Cladius`un yasağına rağmen gizlice çiftleri evlendirmeye devam etmiş. II. Cladius da Valentine`i emirlerine uymadığı ve kendisine baş kaldırdığı için tutuklatıp öldürtmüş. Bu olaydan ikiyüzyirmialtı yıl sonra 496`da Papa Gelasius, Aziz Valentine`i onurlandırmak için on dört şubat tarihini sevgililer günü olarak belirlemiş. Ve Sevgililer günü, 1800`lü yıllardan sonra Esther Howland`ın ilk kartını yollamasından bu yana, günümüzde daha çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay haline gelmiş.

O günden sonra sevgiliye `Benim Valentine`im olur musun? ` diye yazan özel kartlar göndermek söz konusu olmuş. Gönderilen bu ilk kartla birlikte günün yüklendiği misyon, sevgiyi dünyaya hatırlatmaya bahane bir güzellik aslında. İnsanların birbirine kavram olarak `aşk`ın altını çizdiği kartlar gönderip `sevgili olma hali`ni kutladığı bir olgu.

Mevcut tüketime dayalı sistem, elindeki her konuyu malzeme olarak görüp, onları kendi amacına yönelik fırsatlara dönüştürdüğü gibi `sevgililer günü` de bu paydadan nasibini aldı zamanla elbette. Paha girdi işin içine. Artık bir hediye almak oldu, söz konusu olan. Erkek ve kadının o güne kadar toplum içinde konumlandığı algılama biçimlerinden bakıldı, konuya da. Bizim toplumumuzda ki bakışa göre; öncelikle erkek, bu günü unutmamalıydı ve kadına hediye almalıydı. Başka bir deyişle; mevcut olmayan bir sorunu önce var edip, sonra çözmek oldu, işin aldığı son hâl. İlişkilerde yerini gittikçe daha sağlam alan `sevgililer günü gerilimi` ile doğru orantılı olarak, güllerin de fiyatı arttı hâliyle. O gün sevgiliye sevgiyi söylemek farz oldu, söylememek sorun. Zorla oldu güzellik. Yalın kalma çabasında olanı da gölgeledi bu durum. Amaçlar unutulup araçlar konuşulur oldu, her yerde. Ancak bu noktada şaşılacak bir durum da yok. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi, şartlara bakılınca.

Sistem, elbette yapısı gereği elindeki tüm varlıkları, olguları tüketime yöneltmek zorunda. Ve tam da bu noktada `aşk` da yine yapısı gereği direnmek zorunda, kendine dayatma biçimlere...

Aynur Uluç
Evrensel Gazetesi
15 02 2010

Tablo: Alex Gray

5 Şubat 2013 Salı

“YAĞMUR YAĞMIYOR, KOKUYORDU…”


Şair yazar Akif Kurtuluş’un son kitabı Mihman’ı elime alıp okumaya başladığımda ilk olarak kapak fotoğrafı sardı beni, içine aldı bıraktı. “Burası neresi?” diyecekken arka kapakta buldum olduğum yeri. Tam da o... noktayı anlatıyordu yazar okuduğum satırlarda. Sonra arka kapaktaki yazıların altında duran kitaba ve yazara övgülü sözlere kaydı gözüm. Ah dedim niye böyle yazarlar kitapların üstüne. Bırakın ona ben karar vereyim polisiye mi değil mi, aşk mı lirik mi… Belki hiç ummadığım şekilde yolumu kesen bu gelgitli mesafeden kaynaklandı içimde bilmiyorum ama bir süre kitaba adapte olamadım, aniden karşıma çıkan çok sayıdaki kahramanlarını ayırt etmekte güçlük çekiyordu algım. Belki yollarda okuma alışkanlığı edinmiş birisi olduğum için tek defada değil de ara vererek okumam bunu sağlıyordu. Ancak şunu fark ettim ki gittikçe kitaba bağlanıyordum. İlk elli sayfayı geçtiğimde artık gideceğim yerin önemi kalmamıştı, kendime uzun süre konaklayabilecek bir köşe bulup oturdum ve bitirmeden kalkmadım kitabın başından. Mihman okurunu gittikçe artan bir ivmeyle yakalayacak ve bırakmayacak şekilde kurgulanmıştı. Okurken kafamı kaldırıp sorduğum soruların cevabı ilerleyen sayfalarda karşıma çıktıkça yazarın dokuyu nasıl ince ince ördüğüne tanık oluyordum. Bir yandan merakla okurken bir yandan da kitabın kurgusuyla ilgilenmek bana iyi geliyordu. Yoksa ağlamaya başlayacaktım oğlunu bu bitimsiz savaşta kaybeden annenin o esnada ölen iki gerillanın acısıyla birleştirdiği göğsündeki yırtığı göğsümde bulunca. Bize dayatılmış söylemle söylersem bir şehit annesi olarak “vatan sağolsun” diyeceği yerde tam da acısı sayesinde ülkedeki acının kaynağını fark eden annenin yüreğine teslim olacaktım sulu sepken.

SORULMASI GÜÇ SORULARI SESLENDİRİYOR

Bilirsiniz derin acılar yeniden yeniden canımızı yakar. Her ölümde yeniden yoğrulur içimizde büyüyen isyan. Yeniden kabarır hamuru. Göz göz olup patlar omurgamızda. Karnımızda kramp olur, çözümsüz bir yumak. Aslında bambaşka bir yerden bakabilsek konuya… Hani Einstein’in ünlü bir sözü vardır:“Problemleri, onları oluşturan düşünme şekliyle çözemezsiniz” der. Hepimizi yıldıran savaştan değil, dingin bir barıştan yana olacak bakışlara ihtiyaç olunan bu dönemde Mihman bizi annelerin göğsüne davet ediyordu. Oradaki ortak acıyı tanımaya... Ve bunu yaparken, işte buyurun buradan girin diye işaret etmeden konunun bütünselliği içinde ülkenin yaşanmışlıklarını birbirine kararak veriyordu. Evet, okumaya devam ettikçe görüyordum neden bazı kahramanların ismi var bazılarının yoktu başta. Görüyordum neden başlarda aklımda bazı sorular oluşmalıydı ki ilerdeki açılmayı tek tek çözebilsin zihnim. Kitap birbiri içinde ayrışıp karışan örgülerle sürdükçe, farklı özleri nasıl tek tek işlediğini görüyordum. Öyle ince nüanslarla örülmüştü ki okurun da düşünmesini gerekli kılıyordu. O yüzden siz de okurken romanın bir parçası oluyor, sadece okuyan olmaktan çıkıp olayın içinde bazı parçaları bizzat çözen kişi oluyordunuz. Nasıl bu ülkenin gündeminde kendinizi sadece seyreden olarak tanımlayamazsanız roman da size minyatürize edilmiş bir şekilde bunu hissettiriyordu. Okuduğunuz gazetelerin, dinlediğiniz haberlerin satır aralarında başka bir gerçeğin saklı olduğunu ve onu sizin bulup çıkarmanız gerektiğinin ipuçlarını sunuyor ve eğer o ipuçlarını görebiliyorsanız yaşamdaki karşılıklarını da çözmeniz için imkân sağlıyordu bir anlamda. Sorulması güç soruları seslendiriyor, yanıtlarıyla yüzleştiriyordu okuru. Geçmişle bugünü ayırırken, bugünde yeniden geçmişi kurup sözcüklerin doğusuyla batısını birleştiriyordu. Kitaptaki her kimliğin yaşamda karşılığı vardı. Bu nedenle bütün karakterler iyisiyle kötüsüyle okurun yakınlık kuracağı mesafedeydi. Ve yazar her karakteri kendi ağzından konuşturduğu için hepsine eşit mesafede duruyorduk. Hepsinin korkularını, kederlerini, aşklarını, tutkularını görüyorduk ayrı ayrı. Böylece okudukça her karakterle ayrı özdeşleşip içimizde büyüttüğümüz dikenlerle birlikte birbirimize ve kendimize koyduğumuz engellerin de farkına varıyorduk.

MARCOS GİBİ DOLANDIM PENCERELERDE

Romandaki avukat kendinden kaçarken aslında belki de en çok kendine kaçıyordu. Dinlediği şarkı “Aşksız kalma umutsuz kalma, umut hayattır ey yar, aşk hayattır” diyordu ama bunca kuşatılmışlık içinde ne kendini yaşamak mümkündü ne de aşkını. Mihman’ı okurken yer yer güldüm hiç ummadığım anda karşıma çıkan ince mizahla, yer yer buruldu içim, yer yer köpürdü. Yolculuğa katıldım, bitimsiz kan izlerini dokusunda taşıyan tişörtün üstündeki Marcos gibi dolandım tek tek pencerelerde. Mihman oldu yüreğim katlandı acıları, dağların mihmanı gibi “teşekkür” etti ince bir çizginin ötesine. Bir çanağa doldurdu algım tüm biriktirdiklerini. Mihman’da bütün içinde parçayı, parça içinde bütünü görmekten hoşnut oldu gözlerim. Ve sustum bihakkın duymak için. Çünkü romanın yazarı Akif Kurtuluş kitabın son yaprağında söylemişti söyleyeceğini: “Yazdıklarımın hepsi gerçektir. Kişiler kurumlar olaylar… Hepsini ben yarattım.”

Aynur Uluç
Evrensel Gazetesi
30 -09 2012

Mihman
Akif Kurtuluş
İletişim Yayınları 2012
271 sayfa

Yazarın önceki kitapları:
-Yalan Şiirler
-Tören Provası
-Kırgınlıklar Galası
-Herkes Gitmiş
-Romantik Korno
-Harita Metot Defteri
Devamını Gör

30 Ocak 2013 Çarşamba

Bir Kitap Gördüm; Yolcuydu


 “Yol”, sözcüğü çok özel bir keşif aralığıdır benim için. Hayatı oradan da anlamlandırır, oradan da okumaya çalışırım. Anahtarımdır başıma gelenleri çözmekte. Gözlerimi içine alan paranteze denk düşenleri içime aktarmakta anahtarımdır. İçimi dışıma taşırken uğradığım kavşaklar, atladığım eşikler hep “yol” sözcüğü üzerinden kurularak kendimi kendime ifade ederken hayat bulur. Bu hâlimden söz ettiğim bir gün, dünyayı hayâl ve hayat bilgisi üzerinden okuyan bir arkadaşım bana Özcan Yurdalan’ın ismini vermiş, yolu merak edenlerin onun kitaplarını mutlaka okumaları gerektiğini söylemişti. Yolumu kesmeliydi bu ismin dünyaya akıttıkları. Zihnimin çekmecelerine ismini nakşettimse de hayat, tüm keşmekeşiyle sürüyordu. Özcan Yurdalan ismi zamanla hafızamda bulanıklaştı. Ama günün birinde gazete okurken birden bir yazı yolumu kesti. “Bir yolcu gördüm,” diye başlıyordu. Yolcunun hâlini öyle özel bir aralıktan anlatıyordu ki; yol neredeydi, yolcu kimdi, yazan kimdi, bilemiyordum. Bildiğim, kalbimin çok hızlı çarpmaya başlamasıydı. İçim karmakarışıktı; neden sular seller gibi ağladığımı anlayamıyordum. Biraz durulunca yabancılaştığım yazıya yeniden baktım. Beni bu denli içten içe çarpacak bir yazı gibi görünmüyordu aklımla yaklaştığımda. Ama kendimi ona teslim ederek yeniden okumaya başladığımda etkisini yeniden hissediyordum. Bir ara gözüm yazarın ismine kayıverdi. Ve aniden, zihin çekmecelerimde silikleşmiş isimle eşleşti. Şaşkınlığım geçince içimi dingin bir sevinç duygusu kapladı. O günden sonra bir daha unutmadığım Özcan Yurdalan yazılarının takipçisi oldum. O her yazıya, “Bir yolcu gördüm,” diye başladıkça, ben o bir yolcuda dünyayı görmeye devam ediyordum. Her seferinde başka bir dönemecindeydik yolun. Her seferinde başka bir açısından bakıyorduk yazarla hayata. Onun gördüğü her yolcuda ben de sanki kendimin başka bir açığını yakalıyordum. Başka bir hevesimle tanışıyor, başka bir yanımla yüzleşiyordum. 

Yazılarını okudukça kimbilir belki de bizim için Hansel ve Gratel’deki gibi bir fasulye bırakıyordur yola, diye düşünüyordum. Zamanın rendesiyle kaçınılmaz olarak hafızamda harfleri silinip, öyküleri bulanıklaşacaktı elbet. İşte o zaman bu yazılardan içimde kalacak olan tortuyu düşündüğümde anlıyordum ki; yerden özenle alınıp cepte saklanacak bir fasulye değil, tadına vara vara uzun solukta yenilecek bir fasulyeydi bu. Tarihsel işlevi onu bulduğumuz ve kendi metabolizmamıza kattığımız andı. Evet fasulyeydi ama bedende ve ruhta sindirilecek rehberdi de. Fiziksel şekli ancak onu elimize alana kadardı. Şekil değiştirecekti avucumuzda tutarken. Gözlerimiz açık sayfalarda iz sürerken, iç gözlerimiz kapalı fasulye rehberliğinde belki gökyüzüne uzanıp o korkunç dev’i öpecektik buluttan inince. Yolcuları gördüğünü söyleyen kişinin kim olduğu belirsizleşecekti artık ve bir ses, sürekli binbir halde ve binbir yerde “gördüğü yolcu”nun peşine takılırken, o yolcuların söylediklerine bildiği her şeyi sıfırlayıp öyle kulak verirken, belki avucumuzda büyüyen bu fasulye yol boyunca saracaktı bizi. Gizli bir heybe gibi taşıyacaktık onu belimizde.

Özcan Yurdalan bu yazılarında bilerek belli bir kimlik üzerinden netleştirmemiş kendisini. Kurduğu öykülerde seçtiği dil olarak kendisi üzerinden anlatma gibi bir yöntemi tercih etmiş olsa da, okuyucu açısından bakıldığında belli bir karakter üzerinden okumuyoruz yazıları.Ve seyyah olup olmadığını soranlara, alçak gönüllülük yapıp, “Ben seyyahlığın ne olduğunu biliyorum” dese de Özcan Yurdalan aslında bir seyyah. Özellikle Uzak Doğu’ya giden ve oraları alışılmışın dışında kendine özgü bir dille anlatan bir seyyah. Bugüne kadar, yolculuklarıyla ilgili ilk kitabı “Fas’ta Yolculuk tan sonra “Sarı Otobüs” teması üzerinden sırasıyla İran, Pakistan, Hindistan, Nepal, Suriye ve Moğolistan kitaplarıyla bir külliyat oluşturan bir seyyah Yurdalan. Yurdalan’ın bu kitaplarında kullandığı dilde beni özellikle cezbeden bir yanından söz etmeliyim. Hayatın ve yolculuğun karmaşalarını anlatırken kullandığı dil, o kadar sade, o kadar yalın ama bir o kadar derin ki. İnsanı yoran hiç bir süslemeyi tercih etmemesi onun dilinin özgünlünün göstergesi. Oraları anlatıyor sadece. O’na değdiği yerden, sahici bir dille anlatıyor. Derdi güzel yazmak değil, oraları ve insanlarını güzel anlatmak. Bu onu belirleyen önemli bir ayrım. Hâl böyle olunca okuyucuda somut ve sahici bir karşılık buluyor. Cümleyi en sihirli yerinde “pat! ” diye kesiyor ve “çek git! ” diyor okura. Böylece bir merak duygusu ve gitme isteği uyandırıyor okurlarda. Turistik “Paket tur”, “turist” gibi sözcüklerle ve onların içerdiği gezmelere esastan itirazı var Yurdalan’ın. Kitapları okuyunca onun başka bir bilgi ve bilinçle gezdiğini anlıyoruz. Zorlama olmaksızın nasıl seyyah doğallığıyla geziyorsa, yine zorlama olmaksızın doğal bir dille anlatıyor, yazıyor. Öte yandan başka bir heves de uyandırıyor insanda: Sadece oraları gezmeyeceğim… Okuyacağım satırlarda kendi doğamdan da bir şey, farklı gibi duran başka kültürlerde kendimden bir yan bulacağım.

Şu sıra aklım “Bir yolcu gördüm,” cümlesiyle başlayan yazılarda. O yazıların bir kitap olup elime de değeceği anı bekliyordum uzun süredir. “Dünya bir hayal dolabıdır /aynalardan geçer” demiş ya Asaf Halet. İstiyordum ki göreyim, dokunayım o yolculara. Bir yolcunun hikâyesi sönümlenirken veya zirvedeyken, sünerken veya esnerken yaşamda her bir yazı finâlinde, yeniden “Bir yolcu gördüm,” desin yazar ve ben yeni bir yazının kapısından gireyim.

Aklıma Borges’in sözü düşüyor: “Okumak yoktur yeniden okumak vardır.” Ben bu metinleri ne kadar okusam yeniden okuyacağıma dair bir duygu var içimde. Sevdiğim kitaplara sondan başlamak gibi bir huyum var. Huyumdan vazgeçmiyorum; Finâl için seçilen yazıyı okuyunca hınzırca gülümsüyorum. O yazıda okura şöyle seslenir gibidir yazar; “Benim tüm yazdıklarım, şu ana dek okuduklarınızın tümü aslında sıradan olanlardı…”Okur hiç de öyle olmadığını biliyordur üstelik. Bu, yazarın bilerek kurduğu bir tatlı oyun olarak da okunabilir. Ve şöyle seslenir sanki okura yazar; “O yolcuların hepsi bendim… Hani başta demiştim ya size; hem gördüklerini sadece yazan böylece gördüklerini sağlam şekilde kâğıda geçiren, hem hiç yazmayıp sadece anlatan, hem okuyup hem yazan ama gerçekleri yazmayıp yalanlarını yazan, hem de yaşadıklarını unutan yolcu da bendim. Evet, yolculukları yazma yolcuğuna çıkmıştım aynı zamanda. Ama unuttum asıl yaşadıklarımı, özel olanlarını size hiç anlatmadım…”

Aklımda sarmallarla sayfaları tersine çevirerek okuyorum kitabı. Her seferinde anlattığı yolcu bir başka kişi olarak karşımıza çıkmasına rağmen yoksa bu yolcu kendisi mi sorusunu bu kadar hoş şekillerde sordurması, ilgimi çekiyor… Bu durum, “Her yolcuda biraz kendimiz, kendimizde biraz her yolcu mu var? ” noktasında sorgulayıcı özel bir lezzet katıyor yazılara. Bazı yazılarda ayrıntıya fazla kaçmış olması odağa kilitlenirken dikkatimi kısa bir süreliğine dağıtabiliyor ama bunu önemsemiyorum. Çünkü yola dair durumların farklı penceresine vardığımda kenarda kalan tüm ayrıntılar içimde silikleşiyor. Diyelim, yolculardan birisi farkına varmakla ilgili bir yolculuk yapıyor, farkına varmanın korkunç çaresizliğini taşıyor. Ben de farkına vara vara mutlu, farkına vara vara mutsuz oluyorum okudukça. O kadar içiyle yazmış ki yazar, ben de içimle okudukça dağılıyorum. İçimle okudukça topluyorum yeniden dağılan parçalarımı. Neden bir hâlden bir başka hâle geçtiğimi çözemiyorum. Belki de okurun hâllerini her şeyi unutan yolcuya sormalı.

Bu yazıların bir kitapta toplanıp yayımlanmasını çok istemiştim, şimdi gerçekleşti. Ben kitap üzerine yazarak, okurlar bu yazıyı ve kitabı okuyarak kendilerince yolculuğa başlayacak… Aynı kitap üzerinden birbirinden habersiz bir yolculuk bu. Belki de kitabın bir yerinde veya kitapta anlatılan bir şehirde buluşma, rastlaşma ihtimalini içeren bir okuma…

“Bir yolcu gördüm,” diye başlamıştı Özcan Yurdalan…
Ben de, bir kitap gördüm, diye bitirip, yolculuk için hazırlanayım…

Aynur Uluç
Radikal Kitap(08 01 2011)


Bir Seyyahın Kaybolma Kılavuzu( Özcan Yurdalan )
Agora Kitaplığı- 224 sayfa

28 Ocak 2013 Pazartesi

Sessiz Portre

O’nu dörtyol kavşakta tanıdım yıllar önce

her bir yola ayrı giderken

içi pırpır ederken tanıdım

uyağı benlerinde, tınısı ellerinde erir giderken

...

Çatılmış denkler dolusu aşkına rağmen

arkasında durabileceği ürkekliği vardı

içinde ebruli sular dans ediyordu

köpüklü gözlerini bir görseydiniz



İlk bakışta hissetmezdiniz

göz göz odaları vardı kalbinin

her birinde kabaran kanatları

birbirinin içinde çoğalan hayatları vardı



Her durum için hazır maskları değil

dünyaya tepeden bakan buz dağı değil

acıyla boydan boya yarılan göğsü

yüzüne yayılan gülüşü vardı, gülünce



Belki bu yüzden

bakire yalnızlıkta tek kalamadıkları gibi

kapı açmayı da bilmezlerin tersine

kalabalıktı yalnızken bile



Aynur Uluç







Tablo: Daniel Perkowski

23 Ocak 2013 Çarşamba

BEN GÜZELE GÜZEL DEMEM, GÜZEL KÖPÜKSEL OLMAYINCA…


Güzellik…

Güzellik, artık bedende. Ancaaaak, yalıtılmış ayrıksı duran bedende.

Suyun akmadığı, taşındığı yerde.

Yok edilen terde artık, güzellik.

Kirpikler fondan destekli, gözenekler savaşta. Ayaklar özel bakım losyonlarında acısını çıkarıyor yolların. Öyleyse;

Soyun şu ciltleri. Elektroşoklar verin saç diplerine. Evet evet… Kesmez bizi dağların baharatı.


-Aman Allahım, tüy mü geliyor yoksa sadece aklınıza, lazer deyince.

-Yok yok, endişelenmeyin… Aklıma ne gelmeli, onu öğrenmeye geldim ben de fuara.

-İyi öyleyse buyurun oturun. Size bir çay ikram edelim.

(Peki zaten değil oturacak sandalye, çantamı koyacak bir sehpa bile olmayan bu fuarda iki soluklanmaya ihtiyacım var benim de. Kendimi uzay aracı gibi aletlerin arasında bir köşeye de sıkıştıramayacağıma göre, bari şu büyüklü küçüklü broşürlerimi olsun masanızda biraz dinlendireyim. Bilerek düşüyorum tuzağınıza…)

- Fuara niçin geldiniz?

-Elbette bilgilenmeye. (Güzellik nereye gidiyor sorusunun yanıtını damardan tatmaya geldim desem olmaz şimdi.)

-Doğru adrese geldiniz o halde. Şu cihazlara bakın. Her biri bir başka alana özel.

- İlginç görünüyorlar.

-Artık hiçbir şey kader değil. Evet, kritik sorumuz neydi: Ne geliyor aklınıza lazer deyince?

-Tüy geliyor, dedim ya. (Tüylerini yaktırmak için perişan olan kızım geliyor bir de.)

-Yok, sadece tüy gelmesin. Gençlik gelsin,  güzellik gelsin, yok olan akneler gelsin aklınıza. İzlerle yaşamak zorunda değil artık güzel olmasını bilen kadın. Ben doktorum. Sizin yüzünüze yakından bakayım mı bir?

-Buyrun bakın…(Yüzüm uzakta değil.)

-Oooo. İzler çok derin. Oysa altı aylık süreçte ve sadece ayda iki seansta bebek gibi yapardım ben teninizi. Bu yüzle gezmek zorunda değilsiniz, güzelim. Yanı sıra bir peeling lazım tabii ki. Ahh siz, Ankara’da olacaktınız ki.

-Anlaşılan; yanlış bir yüzle, yanlış bir şehirdeyim…

-Meselâ bana bakın . Söyleyin bakalım, ben kaç yaşındayım?

-(Elli beş…) Ben yaş tahmin edemem. Bir de böyle sürprizli bir soru eşliğinde sorulduğuna göre hiç yanıt vermeme hakkımı kullansam…

-Elli iki.

-!!!... (Demek akran sayılırız deyip ezber bozsam…)

-Şaşırdınız. Cildimi görüyor musunuz? Dikkatli bakın. Bu ciltte lazerin sihirli sonuçları var. Ayrıca botoks var. Ancak mimik de var, hareket de var.

-(Evet, görüyorum. Ağız bölgesinde yalan var. Gözaltında şişlikler, ciltte sarkmalar var. ) Peki siz doktorsunuz. Ne doktorusunuz, merak ettim. (Merak edecek ne var? Belli ki dermatolog.)

- Kadın doğum uzmanıyım.

-Çok ilginç.

- Ben normalde, Ankara’da olduğum için size burada Hakan bey yardımcı olabilir. Onun salonu Kadıköy’de. O da doktordur.

-Tahmin ediyorummmm…; kadın doğum uzmanı.

-Evet, nereden bildiniz. Tanıyor musunuz yoksa kendisini?

-Hayır…(Kadınların organlarına giden asıl yolun ciltlerinden geçtiği günlerde olduğumuzu bugün itibariyle anlamış bulunuyorum desem.)

- Hakan beyin kartını buyurun. Fuar sonrasında mutlaka bekliyoruz.

- Sizi mutlaka arayacağım. Bugün buraya gelmekle belki de hayatım değişti.  (Hayatım, yeniden anlamlandı da denilebilir elbette.)

Aynur Uluç