2 Ocak 2017 Pazartesi

“Şiir, şairlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir”

Aynur Uluç... Şair, yazar, ressam, anlatıcı, eczacı... Aynı zamanda hiç biri...
Çünkü kendisi bu kimliklerin ifade ettiği anlamların sıkıştırılmış kalıplarının ötesinde, İnsandaki “başarı” hazzının başkasının başarısızlığı, mutsuzluğu üzerine kurulduğunu belirterek “Eğer dünya daha yaşanılır bir yer olsun diye uğraşacaksak sanat bir yol, bir araç olmak zorunda. Sanat, araya mesafeler girmediğinde hayatın içinde kalır, o yüzden etkin bir yoldur. Dolayısıyla sanatçı diye bir şey kalmamak zorunda” diyerek anlatıyor sanata bakış açısını. Ve ekliyor “Şiir şairlere dahi bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Çünkü sanatçı olmak gerekmiyor üretmek için...
Röportaj: Deniz Bilgen

Aynur Uluç’un eczacı kimliğinin yanında sanatçı kimliğini oluşturan şey nedir? Hangi nedenler Uluç’un sanat yolculuğuna başlamasına sebep oldu?
Aslında ayrı ayrı diye tanımladığımız kavramların birbiri ile ilişkilenme hâline bakmak gerekir bu sorunun yanıtı için. Benim yaptığım alışageldiğimiz bir eczacılık değil; kişiye özel hazırlanan yani her birisi diğerinden farklı ilaçlar yapıyorum. Baz kremler hazırlıyorum önce. İçine herkesin kendi derdine göre ayrı doğal maddeler katıyorum. Her birisi ayrı birer şiir gibiler benim gözümde.  Öte yandan şiir de bir omurga üzerinden dize dize harflerin, sözlerin, seslerin ve anlamların birbirine karışma, birbirinde erime hâli değil midir? Her şeyin birbiri ile ilintili olduğunu düşünürüm ben. Her alan diğerini besler, büyütür, geliştirir. Bunun böyle olduğunu fark etmemin tarihi zamansal olarak verilebilir sadece. Çünkü bizi hazırlayan büyük bir insanlık hafızasının içine doğarız aslında. Yaşamımız içinde olup bitenin ne kadarını fark edebildiğimiz, ne kadarını ifade etmeye hazırlandığımız ve buna başladığımız zamanı ve ifade etme biçimlerimizi kesin çizgilerle birbirinden ayırmak zor. Sadece şunu söyleyebilirim; yolun bize getirdikleriyle karşılaşma anlarında hangi durumda olduğumuzu bilemeyebiliriz. Belki de sonrasında dönüp o ana baktığımızda kendimizi yeniden oluşturabilme imkânı buluyoruzdur. İşte bu yüzden yolculuk nerede başladı buna yanıt vermek gerçekten zor…
Peki, Aynur Uluç ne anlatmak istiyor? Sanatla uğraşmasını sağlayan şey ne?
Öncelikle ben istiyorum ki daha yaşanılası bir dünyada yaşayayım. Bu dünyayı da sadece kendim için istemiyorum. Bu çok önemli bir ayrım noktası. Kendim için istersem bu “bencil” bir istek olur. Eğer insan yaşamak istediği dünyayı sadece kendisi ve yakınları için istiyorsa nalıncı keseri gibi kendine yontarak rahat etmeye çalışacaktır. Bu tür insanın bulunduğu koşullarda nispeten biraz daha rahat bir yaşam elde etmesi de mümkün, çabası bu yönde olacağı için. Oysa birileri mutsuzken mutlu olamayacağını düşünürsen daha yaşanılası bir dünya için uğraşmaya başlıyorsun. Sanat bu uğraş için bir araç oluyor. "Şehre mutluluk veren" bir kızın öyküsü vardı, duymuşsunuzdur. Bu Poliancılık meselesi değil. “Ne yapıyorsun sen?” diye sorduklarında, “Şehre mutluluk enjekte ediyorum” diye cevap veriyordu. Yaptığı şey karşılaştığı insanlarla iletişim halinde olmak ve onlara güler yüzlü davranmaktı sadece. Belki ilk bakışta çok klasik gelebilir ama bazen klasik sözler hayatın bilgeliğini içeriyor. Dünyayı daha iyi bir yer hâline getirme çabalarımıza rağmen, yeni rağmen alanları kendini dayatacak hayatımızda. Bizim bu çabamız onlara rağmen, onlar da bunlara rağmen bir şeyler yapacaklar yıkmak için. Kendi içinde sarmal bir şekilde gidecek bir yolculuk bu. Mesele, biz hangi tarafta olacağız.
“Biz ubuntu yapıyoruz”
 O zaman yaptığın çabaya mücadele diyebilir miyiz? Bu mücadeleyi anlatmak, tanıtmak çabası mı?
Ben bunun mücadele veya benzeri sözcüklerle tanımlanmasından yana değilim. Bu tarz sözcükler yaygın düşünme biçimlerinin dayattığı çözümsel yöntemler. Bir şeyi elde etmemiz için kavga etmemiz gerekiyor bu mantıkta. Bir şeyi kazanabilmemiz için birinin elinden almamız gerekiyor. Oysa “ubuntu” diye bir söz var. Batılı bir bilim adamı Afrikalı çocuklara bir ağacın altında duran elmaları göstererek oraya ilk varanın tüm elmaları alabileceğini söylüyor. Haydi denildiğinde ezber bozan bir şey oluyor. Çocukların hepsi el ele tutuşarak ağacın altına gidiyor ve elmaları hepsi birlikte yemeye başlıyorlar. Diyor ki batılı bilim adamı; “Ne yapıyorsunuz? Hani ilk ulaşanın olacaktı elmalar?” Çocukların cevabı ilginç; “Biz ubuntu yapıyoruz”. Oraya birlikte ulaşabilme hâlini, birbirini taşıma, birbirini bekleme hâlini tercih ediyor çocuklar. Biliyorlar ki içlerinden birileri mutsuzsa o mutluluk olmayacak, alçakça bir şey olacak hatta bu. Düşünsenize mutluluk elmaysa, onu yiyeceksin, dişleyeceksin ama birilerinin de yiyemediğini bileceksin, hatta diğerlerini geçmiş olmanın da hazzı eklenecek elma yeme hazzına. Bize başarıdan gurur duymamız öğretildi hep ama başarı utanılacak bir duruma dönüşüyor buradan bakıldığında. Ve neden sanata bu kadar çok emek harcıyoruz sorusuna geliyor iş bu noktada. Oysa sanat kaçınılmaz oluyor ve sanat her yerde olmak zorunda. Öyle ki sanatçı olmak gerekmiyor üretmek için.
Neyi üretmek?
Hayatı yeniden üretmek... Hayatı yeniden üretebilmek için, kendini yeniden üretmek. Kendini yeniden üretebilmek için etrafında olan, seni besleyen şeylerin sana değmesine izin vermek, onlara ulaşma çabandan vazgeçmemek. Bize dayatılandan başka bir algıya ulaşma biçimi bulmak kendimize...
Mücadele olarak nitelendirmeseniz de sanki genel olarak bir alıp veremediğiniz var gibi…
O direnme noktası aslında. Mücadele gibi görünüyor bazen. Bana giydirilmeye çalışılan, bana öğretilerle gelen, bende emanet olan her şeyi bünyeme almaya direnmek. Çünkü yolculuk böyle bir şey aslında. Aynur’dan önce doğanın bir parçası olan insanın ki; buradan algılıyorum ben; insan doğanın efendisi değildir. İnsan efendi olmadığını fark ettiğinde nesi olduğunu fark etmeye başlayacak? Hani hayvanları koruma derneği var. Hayvanları koruma derneği dediğimizde insanın üstte olduğu, hayvanların korunmaya muhtaç olduğu varsayılıyor peşinen. Ya da şifalı bitkiler... Oysa bir rengi var, toprakta duruşu, birçok özelliği var o bitkilerin ama biz onları şifalı olması üzerinden yani insana yararlılığı üzerinden algılıyoruz.
Çıkar ilişkisine göre anlamlandırıyoruz.
Evet, menfaat üzerinden algılıyoruz ve "her şey insan içindir" diyoruz. Dolayısıyla insanın bütün bunların gerçekten bir parçası olduğunu unutuyoruz. İnsan kendini bu kadar önemsediği zaman doğallık-yapaylık kavramları çıkıyor ortaya.
İnsanın var oluşundaki kibire dur demeye çalışıyorsun diyebilir miyiz?
Diyebiliriz. Çünkü bu benim kendimde de çok çabaladığım bir şey. Varsa ki… var yani.
O zaman insanın en saf haline ulaşma çabası sizinkisi. Bu durumda kadın kimliği de ortadan kalkıyor, insan devreye giriyor…
Evet. Zenginliklerimiz var ama kadınla ilgili derdim de var. Kadının biraz daha anlatılması gerekiyor, ezildiği ve görünmez kılınmaya çalışıldığı için. Hepsi bunların iç içe aslında. Yine aynı yerden yanıtlayayım. İnsanın doğanın bir parçası olduğunu bilme hâli aslında bu da. İnsan şöyle baksa kendi kıymetliliğini de görecek çünkü. Diyelim ki ortalama insan ömrü yetmiş seksen yıl olsun, bu bilgiyi cebimizde tutup gezegenimizden söz edelim. Galaksiler arasından gelelim Samanyolu Galaksisi’ne, oradan Güneş Sistemi’ne ve onun içinde küçücük bir yerde gezegenimiz. Onun içinde daha da küçük insan var. Etine batırsan bıçak girecek. Bu kadar zayıf, ölmesi bu kadar kolay... Ölmese bile ortalama yetmiş seksen yıl yaşayacak olan insan var. Burada ölmek ve öldürmek kavramları üzerinden insana bakalım. Bir kara parçası için, bir ev için, yeşil bir banknot için kendi ruhundan vazgeçebiliyor. Oysa şunu anlasan; sen çok küçüksün insan ve aynı zamanda çok büyüksün… Büyüklüğünü fark edebilmek için önce küçüklüğünü kabul etmek gerekiyor. Küçülte küçülte geldiğimiz yerdeki küçücük nokta birebir benim hayatım oluyor, düşünsenize yüzde yüz oluyor o bütün bende. Benim için, senin için, her birimiz için. Bence insanın dünyanın dengesindeki yeri bu şekilde olmamalı.
“Az Gittim Çok Döndüm”
Okurlarına kitaplarını imzalamak yerine resimler yapıyorsun, Her bir imza okura özel resimlere dönüşüyor.
Aslında eser dersek, attığımız küçük bir çizik de eser, değil dersek yazmış olduğumuz kitaplar da eser değil. Dolayısıyla ben öyle bir yerden yola çıktım. Az önce kibir dedik ya, insanların “Ben yazar oldum” kibriyle okurlarına “İsmin ne canım?” derken "ubuntu" hikâyesindeki gibi dersek diğerlerinden önce gidip kaptığı elmayı yerken duymaması gereken hazzın bir benzeri olduğunu düşündüğüm kimlik olmak, o kitaba imzasını atarken imzayı atan kişi olduğunu düşünmek benim doğama uygun değil. Okur kimliğimle söylersem de; imzayı atan kişinin benim üzerimden kendini iyi hissetme çabası kendi içinde birçok soru içeriyor. O zaman dedim ki okur ve ben eşitiz. Sadece bir buluşma noktamız olmuş. Ben bir şeyler emeklemişim. Koymuşum, düşünmüşüm, ölçüp düzenlemişim. Terzi kızıyım ben, dikmişim sözcükleri kitabın üzerinden. Şimdi de diyorum ki “Bu karşılaşma anımız biricik ey okur! Bu benim için çok kıymetli! Senin için de kıymetli olması lazım. Bu öylesine bir an değil. Çünkü o benimle tanışıyor, onca emek verdiğim kitapla tanışıyor, ben de onunla tanışıyorum tüm bu olup biten üzerinden. Paylaşımın bir parçası O, bir parçası ben'im. Kitap sayesinde tanışıyoruz. Birlikte yolculuğa çıkıyoruz. Kitabın adı “Az Gittim Çok Döndüm” böyle bir şeyi imliyor tam da. Okurla o anda çoklaşıyoruz ve tekrar tekrar gidip dönüyoruz.
Kitabı bildiğimiz kalıplardan çıkarıp başka bir şeye dönüştürüyorsunuz.
Doğrudur. Aslında bunlar birbirini doğuruyor. Pratikte yaşadığım şeyi söyleyeyim. İnsanlar uzmanlaşıyor bir konuda “bilir kişi” oluyorlar ya. Bilir şair oluyorlar, bilir ressam oluyorlar. Böyle olunca ben kırk yaşında şair oldum diyorum. Tırnak içinde, “Ah! Şair olsaydım da anlatabilseydim” diyerek kendimle dalga geçiyorum bir şiirde, “Ah şair olmak vardı, şimdi bir şiir yazılabilirdi” diye. Tam da ressam olmak vardı diyerek elimde hiçbir çizgi olmadan o kitaba imza yerine her bir okur için ayrı bir şekil ve renk çizmeyi içimden geldiğince hiçbir şeyi hesaplamadan ve yanına nakış gibi şiir dizeleri yine her okur için ayrı ayrı yazarken elimi uzlaştırmaya başladım.” Bu durumu nasıl tanımlıyorsun?” diye sormuştu bir arkadaşım. O’na “İmzaları tepetaklak yapıyorum” demiştim. Kendimi tepetaklak yapıyorum aslında.
Peki biraz da yolculuğunuzdan söz edelim…
“Yolun kendi bile güzel, kim bilir ne hoştur varsam kaynağına” şeklinde bir dize çıkartmıştım bünyemden yıllar önce. İşte sonra anlıyorsun ki; kaynağı merak etme çabasını güzellerken aslında "yolun kendi bile güzel" derken "bile" sözü ile yolun kalbini kıran bu dize tam da tersine çevrilebilir bir şeymiş. Yani yolun kendisi güzel olduğu için kaynağına varma çabası güzel. “Az gittim çok döndüm” bu yolculukları anlatıyor. “Yer yatağı” ise biraz daha saklı yolculukları... Aslında söylemeye çalıştığım şey şu; beni görsünler, duysunlar derdinde değilim. Üretilebilir demek istiyorum sadece. O nedenle 40’ında şiire, 50’sinde çizmeye başladım demek benim hoşuma gidiyor. Yani bu güzel bir şey, ters bir şey…

“İçimden geçen renkler”
Hepimizin anlatacak bir şeyleri ve anlatma kanalları var demek mi istiyorsunuz?
Anlatımı belli kişilere bırakmak yerine kendimizin yapması gerektiğini söylüyorum. Bu kişiler kendi varlıklarını oradan tanımladıkları için kendi girdikleri kanala sizin girmenizi istemiyorlar. O yüzden maddi ya da manevi olarak üretimlerinden kişisel çıkar bekleyenler her işi erbabı yapsın der. Sistem ise aslında kontrol edemediği hiç bir üretimi istemez. Yaşamı üretmek için en büyük kaynağın sizde olduğunu bilmeyin ister. Hayır diyerek dayatılana itiraz etmek için bile değil, bu düşünme şeklini o kadar bile kâle almayarak doğrudan kendimi elime saldığım için çiziyorum ben. Ressam değilim sadece çizenim. O an için çizenim. İçimden geçen renkleri eskizsiz, taslaksız, çizdiğim ne çıkacak diye korkusuz elim nasıl istiyorsa öylece çiziktirenim. Dilim nasıl istiyorsa sözlere dökenim, sözün yetmediği yerde seslere... Sözün, resmin, sesin yetmediği yerde bedenimin dile ile anlatanım. Gözlerin içine bakanım anlatırken. Anlatacağım bir şey varsa onun yolunu arayanım yani... Biçim önemsiz hepimiz birbirimize akabiliriz.
Kelimeleri de parçalıyorsunuz aynı zamanda...

Evet. Kelimeleri birilerinin tekelinden kurtarmak istiyorum. Şiir şairlere dahi bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. "Postacı" filminde “Şiir ihtiyacı olanındır” der. Böyle bir şey de değil benim sözünü ettiğim. Şiir, sadece şairlerce tanımlanması ve onların ambargosuna bırakılamayacak kadar ciddi bir düştür aslında. Şiir hayatın içindedir. Benim annem şiir yazmadı ama bence şairdi. Komşularına sorarsanız terziydi... Şair bir terziydi ama  anlamları birbirine eklemek, dikmekse şiir, O güllerini dikiyordu meselâ yer yüzüne. Bir örnek anlatacağım. Bir kadın bahçesindeki gülleri koparmış. “Ne yapıyorsun?” diye kadına seslendiğinde koparan kadın reçel yapacağını söylemiş güllerden. Bunun üzerine annem, “Yavrularımı pişirecek misin?” diyor. Tam da böyle bir şey şiir. Tam da böyle bir şey resim. Tam da böyle bir şey çıkıp sahnede konuşmak. Sahne her yer çünkü. Eğer daha iyi insan olmak için sanattan yararlanacaksak sanat bir yol, bir araç olmak zorunda. Dolayısıyla sanatçı diye bir şey kalmamak zorunda.

23 kasım 2015 /cafe sanat

Hiç yorum yok: