2 Ocak 2017 Pazartesi

Lacivert Dergisi ile söyleşi


Okuyucularımız için bize kendinizden bahseder misiniz sevgili Aynur? Yazmaya ne zaman ve nasıl başladınız? Yazmanız gerektiği duygusu ilk nasıl yerleşti içinize?
yazmaya ne zaman başladığımı bilmiyorum. desem ki on üç yıl oldu; hayatı biriktiren yıllarımın hatrı incinir. desem ki doğduğum günden beri yazarmışım meğer; kırkında şiire başladığını sanan yaşlarımın hatrı incinir. desem ki doğmadan önce de yazarmış elim de, toprağa gömüldüğünde nasıl yazacaksa yine öyle hâli; bunca yıl renk kardığını fark etmeyen gözlerimin hatrı incinir. çünkü yol bir doğaçlamadır, doğaçlamaktan vazgeçmediğimizde su akar çatlağını bulur, diyebiliriz... diyebilir miyiz?... bilmiyorum... öğrenciliğimizle övüneceksek diyebiliriz. diyeceksiniz ki bu ne şaşkın yazar... iyidir; deyin... çünkü şiir bir bilmeme hâlidir. derin bir susma hâlidir şiir... bilmemeyi öğrenme hâlidir.    
   
Çok yönlü bir kişiliğiniz olduğunu biliyorum. Örneğin tiyatroyla ilgilenen yanınız. Farklı sanat disiplinlerinin içinde bulunmak insanın üreticiliğini nasıl besliyor, ne tür deneyimler yaşatıyor? Edebiyatın diğer dallarında da üreten bir yazar, şair olarak; şiirin sizdeki yeri, anlamı nedir diye sormak isterim. Şiir sizde daha farklı bir yerde mi? Eğer öyleyse, nedir onu farklı kılan?
ben önceleri bu üretim dallarını birbirinden ayrı diye düşünüyordum çünkü bize öyle öğretilmişti. o yüzden şiire bulaştığımda kendimi şiire o zaman dilimi içinde bulaşmaya başladım da önceden ilgim yok sanıyordum oysa diyalektiği biliyordum, her şeyin birbiri ile ilgisini öğrenmiştim ama yine de öyle kuşatıcı bir algı yönetimi konulmuş ki, her konu için ayrı ayrı bilincinizle kontrol etmeden ilerlerseniz kendinizi direk ezberletilmiş algıyla düşünür buluyorsunuz. onca yıl içinde olduğum tiyatronun da şiirle ilgisini anlamam zaman aldı o yüzden. tıpkı iki yıl önce kitaplara imza yerine resim yapmaya başladığımda resme yeni başladığımı sanmam gibi. tıpkı birbirine karışan doğal hammaddelerden kişiye özel tane tane yaptığım şifa ilaçların şiir olduğunu çok sonra anlamam gibi. oysa bir çiçeği koklarken o an için şiir oluruz. hayatında hiç şiir yazmamış annemi ben sadece terzi sanıyordum. öldükten sonra anladım onun içinde bir şair beslediğini... özenle büyüttüğünü ve hayata ektiğini anladım o yeşil ellerini... anneme, o boylu boyunca ölüme yatmışken dedim ki;  "anne sal kendini. senin hayata ektiğin ne varsa tuttu." kendisinden öğrenmiştim çünkü ektiği bitki toprakta tutan kişilere "yeşil elli" denirmiş. "anne" dedim "evet; senin ektiğin ne varsa tuttu burada. öyle ki bu senin hayatınla sınırlı olmadığı gibi benimkiyle de değil... sen gönlünce git artık papatya tarlalarına." annem anladı dipte akan şiiri ve kendini o sonsuz uykuya saldı.
Bu çok etkileyici... Peki şöyle sorayım o halde edebiyat, insanın içine doğru yaptığı bir yolculuk daha çok, tiyatro ise kendini dış dünyaya ifade etmeye yönelik gibi gelir bana. Aynı düşüncedeyseniz, bu karşıtlıktan nasıl bir sentez çıkabilir, ne dersiniz?
bana ikisi de birbirinin içinde gelir. psikiyatr irwin yalom'un bir kitabında okumuştum. diyordu ki; hayatı boyunca hiç kimseyle ilgilenmediğini düşündüğümüz kişiler bile çok yaşlandığında kendisini izleyecek kimse kalmadığı için mutsuz olur. çünkü akranları birer birer ölmektedir ve artık onu izleyecek kimse kalmaz. işte bu yalnızlığa dayanan görmedim ben". şiir de, tiyatroda, resim de, sinema da dilimizle, sesimizle, beden dilimizle kendimizi ifade etme isteğinden de beslenir. ve şiirde de beden dili vardır, ses vardır. sadece diğerlerinden daha iyi saklanır.

2015 kış aylarında “yer yatağı” adlı şiir kitabınız yayımlandı. Kitabın oluşma süreci nasıldı, kitaptaki şiirler hangi etkileşimlerle, duygularla yazıldı? Neler size o şiirleri yazdırdı, anlatır mısınız?
bana değen her şey, içimden geçen her şey beni şiire itiyor. içimden şiirler geçiyor. bazen bu geçiş düşünce ile oluyor, bazen imge ile. bazen de şiiri çizmiş buluyorum kendimi. ben değil ellerim seçiyor sanki renkleri o anda, yapacağı şekli ellerim seçiyor. ben resmin içindeki şiiri sonradan okuyorum. bazen de o şiiri bir başkası yazmış ya da çizmiş oluyor; ben derinden duyumsuyorum. bende yarattığı anlam dünyalarına salıyorum kendimi. şiirler hareket ediyor o zaman, parmakları, tırnakları uzuyor bende. anlıyorum ki şiir, hayat gibi bir yolculuk... oldukça farklı temalarda şiirlerim birikti şiirle yatıp kalktığım son on üç yılda ama bunların bir çoğu kitaba girmedi. çünkü ben yer yatağı'nda belli bir yolculuk olsun istedim. önce içimizin farkına varalım ki dışımızda sandığımız şeylerle o farkındalıkla karşılaşalım. bir hâlden bir başka hâle geçişin izlerini okur da benimle birlikte sürsün, yaşasın, hissetsin istedim. o yüzden kişinin bedeninde, algılarında, anılarında, yeni olanla karşılaşmalarında ve elbette anılarını yeni bilgilerle yeniden anlamlandırışında aşk ile yaşadığı duyguların izinden kurdum şiirleri. her birisi tek başına bir şiir olduğu gibi peş peşe okunduğunda da bir bütün içinde yolda olsunlar istedim. şiirler de bizler gibi heyecanlansınlar, beklesinler, mola versinler, dinlensinler ve dinlesinler istedim. sesleri dinlesinler... kendi içlerini dinlesinler. bize dayatılan eril dille konuşmasınlar böyle olunca... eril dil dediğim direk erkek dili anlamında değil. okur ister erkek olsun ister kadın; toplumda erkeğe ve kadına dayatılan sınırların içinde kalmasınlar ki birleşik kaplar gibi birbirlerine ve doğaya akmanın tadında buluşsunlar. keşifler yapsınlar birbirlerinde ve kendilerinde ve tekrar tekrar yeni kendileri ile yeni birbirlerinde. ve keşiflerinden haz alsınlar. üstüne üstlük hazlarını dillendirmekten de çekinmesinler istedim. şiir özgürlüktür; içimizin saf hâli gibi. bizi kuşatan öğretileri aşmak, içlerimize aşırmak istedim. onlara saldırarak değil, kendi içimizin suyunda akarsak nasıl da güzel oluru okurla birlikte yaşamak istedim...  
“yer yatağı”nda cinsellik çağrıştıran dizeler var önemli ölçüde. Cinsellik, özellikle kadınlar için dokunulmazlığı olan bir alan ve bu konuda yazmak -sizin de bir yazınızda belirttiğiniz gibi içinde gizli bir tehdit de taşıyarak- cesaret olarak nitelendirilmekte. Şiirde ve özel olarak “yer yatağı”nda aşk, kadın ve erkek bedeninin halleri üzerine neler söylemek istersiniz?
insan doğanın bir parçası; efendisi değil... kendisini kendisine salabilirse, aşka salabilirse bihakkın içini ve dışını; aşkın o gizemi içinde birbirinden ve hatta kendisinden alacaklı olarak değil,  verecekli olduğu bir zihinsel işleyiş biçimine geçebilirse, ancak o zaman göreceği ve keşfedeceklerinin sonsuz olduğunu düşünüyorum. işte o süreçte öncelikle kendi bedeni ile tanışır insan. kendisini sevmelere saldığında hiç farkına varmadığı yerleri ile tanışır önce. belki ayak bilekleri, belki omzunun kıvrımı. seyretmenin hazzı kadar seyredilme talebini dile getiriş... kadını seyredilen, erkeği seyreden olmaktan azat ediş... erkeğin bedenini ve ona hissettirdiklerini kadının kendi anlam dünyasında ördüğü dille ifade edişi. bunu zapta girmeyen sözlerle yaptığı kadar seslerle de yapabilmek üstelik. sevgiliyi fark ediş; sadece bedeni ile değil elbette söylemek istediğim; içinde akan nehirleriyle duyumsamak onu. severken nasıl değişip dönüştüğünü duyumsamak; kendi yolculuğunun izlerini duyumsadığın gibi... izlerin birbirine karıştığı yeri hissetmek ama öncelikle niyetli olmayı fark etmek hâli... orada; içimizde bir mücevher kutusu var. açılmamış el değmemiş belki de... işte onu usulünce, ağır ağır hakkını vererek aralama çabası bu kitap. içindeki ışığı ziyan etmeden bir ömre yayma çabası. öyle ki annemin ektiği çiçekler gibi hayata. ölümden sonra bile aşkla sarmalanacağını duyumsamak bilgisi... erkek için de kadın için de bu böyle... başka bir boyut başka bir kapısızlık hâli açmak ortak bir başka alanda. tekken iki, ikiyken tek olma hâlinin tadı... ayrışmak değil bütünleşmek... farklılıkların hem kocaman bir zenginlik olduğu, hem de kimin kim olduğunun bir noktadan sonra birbirine karıştığı bir bütünleşme bilinci... bu bereketten çıkacak kokuyu düşünsenize; bahçe bile değil sınırları olmayan gül cümbüşü...
Edebiyatta dişil ve eril dilin varlığından söz ettiniz az önce. Kadın ve erkeklerin kendi benliklerinin farklılığından doğan durumlarının dile yansımasından öte, eril dilin, kadın yazarlar tarafından da fark edilmeden benimsendiği, bilinçaltına yerleşerek kullanıldığı öne sürülmekte. Sizin de bu yönde gözleminiz oldu mu?
kesinlikle oldu. hatta bunca çok fark etmeye çalışırken dahi kendimi defalarca  söylediğini dayatan, direten, hatta ikna etme çabası içinde bir dilin içinde bulduğum zamanlar oldu, oluyor halâ. bu dile muhatap olduğum zamanlar elbette çok daha fazla ataerkil bir toplumda kadın olmaktan  kaynaklanan sebeplerle. ancak düşünsenize kendi dilimde yakalıyorum konuşurken; ki bu kaçınılmaz bir şey aslında. çünkü az önce de söylediğim gibi farkındalık mekanizmasını her bir done için yeniden yeniden işletmeliyiz. ve bunun bir tek edebiyatta, sanatta aşılması değil tüm yaşam alanlarında hayata geçmesi gerekli. ben artık büyük harf kullanmıyorum meselâ. yaşamı eşitlemeye dilimizden ve alfabemizden başlamak için. bir arkadaşımla birlikte iki yıl oldu; ses ve iz kovalama çalışması yapıyoruz kendi aramızda; evet, yazar arkadaşım mustafa sütlaş ile birlikte "ses kovalıyoruz" diyorum mizahi oluyor; direk bu şekilde söylersem. işin şakası bir yana demek istediğim şu: bu çalışmaya başladıktan sonra yüksek sesle bağırmayan, derdini sakin ve dipten aktaran, sesin yumuşak kıvrımlarını içeren sanat ürünlerine karşı dikkatimizi ve algımızı artırdık. ve bulduğumuz örnekleri biriktiriyoruz, üzerinde fikir seyahatleri yapıyoruz; bu konuya uyan ya da tersi olan örnekleri... gördük ki suskunluk ve sessizliği dinlemek hâliymiş en etkili olan. çünkü o zaman saldırı olarak düşmüyor iletiler... karşılaşanda baskı kurmuyor ve o yüzden savunma ya da karşı saldırı geliştirilmesine değil, bilginin yumuşak bir şekilde diğerine geçmesine olanak sağlıyor. kişi "ben buna  katılmıyorum" diyebiliyor rahatlıkla. "katılıyorum" dediği kadar rahat söylüyor bunu. evet, bunu gerçekten karşılaştığı o saf bilgi için diyor; yani bunun ifade şekli ve tavrı kalabalık yaratmamış oluyor duyanın algısında... hâl böyle olunca etkisi de daha derinden olma şansı kazanıyor. birden değil bu söylediğim; zaman içinde kavramların, düşüncelerin, duyguların seyahat etmesine imkân veren bir ifade şekli bu. şerh koymuyor, slogan içermiyor. doğaya uyumlu insanın doğa içinde çıkaracağı ama kendisine hazır verilen protez öğretilerle zaman içinde kaybetmiş olduğu seslere yeniden yakınlaşma çabası diyebiliriz belki...
Kitabın ismi, içindeki bir şiirin ismi aynı zamanda. Neden bu ismi seçtiğinizi sormak isterim. (Bence güzel bir seçim, çok sıcak, insana hemen yakın geliyor.)
ismi sevmenize sevindim. bir nehir yatağı gibi düşündüm yer yatağını. derinleştikçe etrafının yeşilleneceği, bereketleneceği bir nehir yatağı... taşa, toprağa yakındır yer yatağı. yer altı sularına yakındır. içinde belki misafirlerimizi yatıracağımız ya da derinliğine kendimizi misafir edeceğimiz; sevgiliyle bir olup içinde kanatsız uçacağımız bir yer yatağı... ve bu yer yatağını nereye serili olursa olsun doğanın koynunda akarak düşlüyorum ben. mekânın, zamanın, bedenin ve manânın şekilden şekile geçip balık olup yüzdüğü, ateşin suya, suyun ateşe koştuğu, birbirine dönüştüğü dingin ve doruk hâllere ulaşma hevesini imliyor gözümde... o yüzden bir arkadaşımın tabiriyle söylersem rengarenk "mimleç"ler boyuyorum; ayraç yerine... yazar için her okur biriciktir, diye düşündüğüm için "az gittim çok döndüm"de her bir kitaba ayrı resimler yapıyordum imza olarak; yer yatağı'nda ise mimleçler boyayıp mektuplar yazıyorum yeryüzü yatağına uzanıp. hem kişiye özel, hem de birbirine akan nehirmektuplar... ortak bir insanlık hafızasına yazar gibi birbirine eklemlenen mektuplar yazıyorum. böyle zengin bir yatağa uzanmanın keyfi ve vurdumduymazlığı ile belki  de...
Şiir çeviri çalışmalarınız olduğunu, özellikle İranlı şair Füruğ Ferruhzad’ın şiirlerini Türkçeye çevirmek için çalıştığınızı biliyorum. Neden Füruğ, diye sormak isterim. 
aslında karar verilmiş bir konu olmadı bu. yolun pencerelerden geçtiği, kuşlardan geçtiği, bahçeleri aşma çabasından geçtiği yerde birbiriyle kesişmemek mümkün değilmiş. birbiriyle diyorum çünkü yıllar önce dünyadan gitmesine rağmen o da benimle karşılaştı gibi hissediyorum. size garip gelebilir ama hissim böyle... öldükten sonra ellerin şiir yazması böyle bir şey belki de...  onun şiirlerini çevirmiyor, yeniden yaşıyor ve kendi konuştuğum dilde yeniden yazıyorum sanki. iki yıl önce arkadaşlarımla birlikte "ses ve anlam kapıları" isimli bir etkinlik için hazırlanıyorduk. ve furuğ'un "ses kalıcıdır" isimli şiirini seslendirecektim ben de orada. şiire çalışırken kuşlarla ilgili dizesi içime sinmemişti. sanki furuğ öyle söylemedi de çeviride böyle dönüşmüş gibi hissetmiştim ve o şiirin peşine düşmüş bulmuştum kendimi.  ingilizce farklı çevirilerine baktım. bir türlü oturmuyordu içime okuduğum çeviri dizeler. farsça bilmediğim için farklı türkçe çevirilerine baktım; hepsi birbirinden inanılmaz farklıydı. en sonunda kanada'da yaşayan bir iranlı olan maryam dilmaghani'nin ingilizce çevirisini buldum. evet tam hissettiğim gibi söylüyordu o dizeyi, çünkü furuğ da bir başka şiirinin bir dizesinde bunun ipuçlarını vermişti aslında. furuğ'un şiirleri aynı süt kazanında pişmiştir o yüzden birbirine ilişkin ipuçları sunar pek çok iyi şairde olduğu gibi. bu bilgiyi furuğ için henüz o zamanlar o kadar iyi bilmiyordum ama öğreniyordum işte şiirlerin içine girdikçe. ve artık içimden sürekli furuğ'un dizeleri geçiyordu. rüyalarımda bile furuğ düşünür olmuş, onun şiirlerinde yaşar bulmuştum kendimi. bazı dizelerde ne demek istediğini rüyalarımda bulmuş olarak uyanıyordum. bazı şiirlerinin yanıtını ya da yeni sorularını ise çok önceden onu tanımadan önce yazmış olduğum şiirlerimde buluyordum. çok ilginç bir yolculuk başlamıştı. o etkinlikte elbette furuğ'un şiirini okumadım. şiirin yeniden yazılması gerekiyordu içime sinmesi için ve buna vakit yoktu. ama daha sonraki günlerde şiir şiiri takip etti furuğ'dan. onu içerden bir yerden anladığımı ve oradan ifade edebileceğimi hissettim farklı şiirlerinin ondan çok farklı olduğunu hissettiğim çevirilerini okudukça...  içim içine yakınlaştıkça. ama sanırım en çok furuğ'la yolumuzun kesiştiği yer, kadın bedenimizin ve dişiliğimizin içerden ve dışardan anlatımında birleştiği nokta olmalı. tüm dünyayı içine alan, o kocaman bereketli "nokta". içimizden fışkıran cadılığın bereketi... kızıl saçlı lilithlerin sıcaklığı ve o üretken enerji. can'ı içinde büyüten, besleyen, biçimleyen enerjinin farkında oluş... ve bu farkındalığın dip seslerle, içimizden mırıldanır gibi, dışımızdan umarsız şarkı söyler gibi, dans ederek mektup yazar gibi konuşan dille, öylece salınan, dünyaya kendini salan bin edayla, birbiri içine çoğalan yuvarlak seslerle, birbirine koşan renklerle, toprağa ekilen yeşil ellerle kendini ifade eden bir dile gelme rüyası. çeviri-yorumlar sürüyor halâ. şiir yazmaklar, şiir çizmekler, şiir olup  akmakların sürdüğü gibi içimde. görüyorsunuz ya hepsi bir bütün.  hepsi birbirine koşuyor. hepsi birbirinin sırtına mendil koyuyor, hepsi en dibinden kendisini doğuruyor, kendisini emziriyor. tay tay yapıyor düşmeklerden korkmadan... yol böyle dolu olunca çok güzel... çok... çok güzel sevgili tümay.
Şiirin, onu okuyan insana iyi geldiğini, iyileştirici bir gücü olduğunu düşünürüm sık sık. Sizin söyledikleriniz de bunu destekledi şimdi. Günlerce bir dizeyle yatıp kalkar, bazen sorular sorar, bazen cevaplar buluruz, senin de dediğin gibi. Heyecanlanıp yeni yolculuklara çıkarız. Şiir insana neler yapar, bizimle paylaşır mısınız?
bilfiil elleriyle ilaç yapan, bütün gününü labaratuvarda havan başında geçiren bir eczacı olarak da söyleyebilirim ki şiir elbette şifadır. bazen yaranızı dağlayarak iyi eder, bazen usul usul zaman içinde... şimdi aklıma geldi; "şiir ne işe yarar" diye sormuşlar şair metin altıok'a. o da "şiir insanı sevmeye yarar" demiş.   ben de aynı sözden yola çıkayım ancak içeriğine kendimce bir parantez açabilirim. altıok haklıymış çünkü dünyayla uyumunu sürekli reddeden insanı sevmek hakikaten zor iş. şiir desteği gerek... ama belki de sevmek için bile olsa şiir insana odaklanmak yerine dünyanın da içinde olduğu evreni sevmeye yarar diyebilirim.  çünkü insan dünyanın ve dünya da evrenin bir parçası... bütünü sevmeden parçayı sevemeyiz...  kötülüğü reddederek iyiliği anlayamayacağımız gibi... ya da tersi...  bu kocaman ve uçsuz bucaksız sonsuzluğu sevdiğimizde insanı da seveceğizdir kendimizi bir parçası olarak görüyorsak. öyle şeklen de değil daha barışık bir yerden seveceğiz gibi geliyor bana... biz ona dirensek de bize rağmen bizimle uyum içinde olan dünyayı arama çabamızı diri tutacaktır şiir. cüneyd bağdadi'nin dediği gibi "aramakla bulunmaz ancak bulanlar yalnız arayanlardır." haydi dayanamayıp buna da açayım bir parantez. bulmak sondur; bulduğundan da hiç emin olamamaktır şiir. bilmemektir belki biraz da...
Bir şiiri nasıl yazarsınız, oluşturursunuz? İlk dizelerin yazılma anından, şiirin sonlanmasına kadar geçen zaman içinde neler yaşarsınız, anlatır mısınız? 
oyy öyle uzun ki bende bu süreç... çünkü şiirleri de ağaçlar gibi canlıdır diye düşünürüm ben. nerde yeşerecekleri belli olmadığı gibi yeşermeye başladıktan sonra da sürekli büyürler, kıpırdanırlar, mevsimler yaşarlar, gitgeller yaşarlar. çekişirler kendi aralarında dizeler. yerlerini beğenirler, beğenmezler. seslerinden hoşnut olurlar; tam oldu dersiniz yeniden ses ederler size. kendi yazdıklarım değil sadece, okuduğum şiirleri bile sürekli seyahat ettiririm ben. yaptığımız etkinliklerde de içimde devam ettiği şekliyle seslendiririm. "şiir bitmez; o şairin o şiirde yapabilecekleri bitmiştir" şeklinde bir cümle okumuştum; anımsamıyorum cümle kimindi ama benim için söylemiş sanki... ben seviyorum şiir'i orasından burasından çekiştirmeyi, bana el sallamasını seviyorum, onunla dans etmeyi... birlikte yatıp kalkmayı, içinde solumayı seviyorum. "az gittim çok döndüm" kitabı şöyle başlar; "kitaplar da yollar gibidir; yıllarca yürüseniz bitmez ama bir yerde yeter deyip, kendi yolculuğuna başlaması için elinizden uçurmanız gerekir. " şiir bende tam da böyledir sevgili tümay.
evet ben de tam onu soracaktım; 2013’te yayımlanan “az gittim çok döndüm” adlı kitabınıza gelirsek… Bu kitapta gezi, anı, öykü gibi farklı türlerde yazılar kaleme almıştınız. Bu kitap yazılırken neler yaşadınız, kitap nasıl oluştu, bize anlatır mısınız?
ilk yazdığım gezi yazısı kendime notlardı. yaşadıklarımızı unutmayım, kamerayla çekilmiş gibi bizde anısı kalsın idi amacım. yani son derece kişiseldi.  sonra bir baktım ki gittiğim yerlerde notlar tutmaya başlamışım. orada yazıyorum hatta. bu yazıları yazdığımı fark eden arkadaşlarım bana çaktırmadan görevler verdiler; "aynur yaz" dediler. "derdi anlat, neşeyi anlat" dediler. selâmlar bıraktılar heybeme. yoluma yol arkadaşı oldular benimle gelmeseler de. gitmeden önce bilgiler verdiler gideceğim yerler hakkında, geldikten sonra benimle birlikte kafa yordular, emek harcadılar. artık kişisel notları çoktan geçmişti iş, derdi olan bir kitap olmaya başlamıştı... çoğalmaktı; mekânla, zamanla, doğayla, tarihle, insanla tanışmaktı kitabın hevesi. kendini keşfetmekti, "yer yatağı" gibi aslında bir yolculuk kitabıdır diyebilirim o da... ne anı tek başına, ne gezi yazıları türünde diyebiliriz; tam bir melez anlatımı var.  bize belletilmiş dilsel sınırları da aşarak suya göre, ateşe göre akmak isteyen yolcuların kitabı. bazen de gidilen yerlerdeki unutulmuş bellekleri kendilerine anımsatmak isteyen, şehirlere bulaşırken artık kendi izini de o şehre emanet etmek isteyen bir yolculuk...  "farkındalık niyeti" şeklinde de tanımlayabilirim bunu. birlikte olunca çoğaldığını anlayan ve yeniden yeniden çoğunu az kabul edip çoğalmayı isteyen bir muhabbet kitabı diyebilirim. bu anlamda okurla muhabbet etme hevesinde olan bir kitap "az gittim çok döndüm"
Sanki sorularımı sezmiş gibi sözü o noktaya getiriyorsunuz. Muhabbet dediniz ya şimdiki sorumda da bu vardı. İstanbul’da sanatla ilgili konularda düzenlenen “nehir muhabbetler” başlıklı etkinliğe siz de aktif olarak katılmıştınız, değil mi? 5-6 yıl kadar sürdüğünü bildiğim, -isteyip de bir türlü katılamadığım- bu etkinlikten bahseder misiniz? Bu tür buluşmalar, sanatsal, kültürel yaşama yaptığı katkı kadar, kişiler arasındaki dayanışma, paylaşma duygularını da pekiştirir diye düşünüyorum, ne dersiniz?
aslında söz kendisi akıyor sevgili tümay. çünkü su kendi doğasında dolanıyor. her şey birbiriyle ilintili. çok farklı konularda farkındalıklarımızın oluşması, gelişmesi, kıymetli bilgileri arama heyecanı ve hazzı çok ilgili bu süreçlerle. ve bu arayışı hep birlikte yapma coşkusu elbette. "nehirmuhabbetler" altı yıl sürdü. kendisini  tanıyorsunuz sevgili yazar sezai sarıoğlu önde olmak üzere onunla birlikte bu süreçte sinemadan sanata, karikatürden müziğe pek çok farklı konuda, yaşamı ve ürettikleri birbiriyle orantılı  konuklarımızı misafir ettik nehirmuhabbetler'de. bu kapsam altında  yaklaşık on kişi kadar gönüllü arkadaş işin mutfağında çalıştık onca yıl. ve yaptığımız işi bihakkın yapabilmek için çaba harcadık hep birlikte. hepimiz için çok öğretici bir yolculuk hâli idi. dayanışma hâli idi. şimdi bu yolculukları "az gittim çok döndüm"den veya "yer yatağı'ndan ayrı düşünebilir miyiz.
Gerçekten keyifli bir "muhabbet" oldu Aynur. Lacivert olarak bu söyleşi için çok teşekkür ederiz.
ben teşekkür ederim,  benim için de çok keyifliydi tümay. çalışma arkadaşlarınıza da selâmlarımı, sevgilerimi iletirsen sevinirim. hepinize kolay gelsin.

Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi
Yıl 12 sayı 67
Fotoğraflar: Ali Tanrısever

Hiç yorum yok: