2 Ocak 2017 Pazartesi

“Şiir, şairlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir”

Aynur Uluç... Şair, yazar, ressam, anlatıcı, eczacı... Aynı zamanda hiç biri...
Çünkü kendisi bu kimliklerin ifade ettiği anlamların sıkıştırılmış kalıplarının ötesinde, İnsandaki “başarı” hazzının başkasının başarısızlığı, mutsuzluğu üzerine kurulduğunu belirterek “Eğer dünya daha yaşanılır bir yer olsun diye uğraşacaksak sanat bir yol, bir araç olmak zorunda. Sanat, araya mesafeler girmediğinde hayatın içinde kalır, o yüzden etkin bir yoldur. Dolayısıyla sanatçı diye bir şey kalmamak zorunda” diyerek anlatıyor sanata bakış açısını. Ve ekliyor “Şiir şairlere dahi bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Çünkü sanatçı olmak gerekmiyor üretmek için...
Röportaj: Deniz Bilgen

Aynur Uluç’un eczacı kimliğinin yanında sanatçı kimliğini oluşturan şey nedir? Hangi nedenler Uluç’un sanat yolculuğuna başlamasına sebep oldu?
Aslında ayrı ayrı diye tanımladığımız kavramların birbiri ile ilişkilenme hâline bakmak gerekir bu sorunun yanıtı için. Benim yaptığım alışageldiğimiz bir eczacılık değil; kişiye özel hazırlanan yani her birisi diğerinden farklı ilaçlar yapıyorum. Baz kremler hazırlıyorum önce. İçine herkesin kendi derdine göre ayrı doğal maddeler katıyorum. Her birisi ayrı birer şiir gibiler benim gözümde.  Öte yandan şiir de bir omurga üzerinden dize dize harflerin, sözlerin, seslerin ve anlamların birbirine karışma, birbirinde erime hâli değil midir? Her şeyin birbiri ile ilintili olduğunu düşünürüm ben. Her alan diğerini besler, büyütür, geliştirir. Bunun böyle olduğunu fark etmemin tarihi zamansal olarak verilebilir sadece. Çünkü bizi hazırlayan büyük bir insanlık hafızasının içine doğarız aslında. Yaşamımız içinde olup bitenin ne kadarını fark edebildiğimiz, ne kadarını ifade etmeye hazırlandığımız ve buna başladığımız zamanı ve ifade etme biçimlerimizi kesin çizgilerle birbirinden ayırmak zor. Sadece şunu söyleyebilirim; yolun bize getirdikleriyle karşılaşma anlarında hangi durumda olduğumuzu bilemeyebiliriz. Belki de sonrasında dönüp o ana baktığımızda kendimizi yeniden oluşturabilme imkânı buluyoruzdur. İşte bu yüzden yolculuk nerede başladı buna yanıt vermek gerçekten zor…
Peki, Aynur Uluç ne anlatmak istiyor? Sanatla uğraşmasını sağlayan şey ne?
Öncelikle ben istiyorum ki daha yaşanılası bir dünyada yaşayayım. Bu dünyayı da sadece kendim için istemiyorum. Bu çok önemli bir ayrım noktası. Kendim için istersem bu “bencil” bir istek olur. Eğer insan yaşamak istediği dünyayı sadece kendisi ve yakınları için istiyorsa nalıncı keseri gibi kendine yontarak rahat etmeye çalışacaktır. Bu tür insanın bulunduğu koşullarda nispeten biraz daha rahat bir yaşam elde etmesi de mümkün, çabası bu yönde olacağı için. Oysa birileri mutsuzken mutlu olamayacağını düşünürsen daha yaşanılası bir dünya için uğraşmaya başlıyorsun. Sanat bu uğraş için bir araç oluyor. "Şehre mutluluk veren" bir kızın öyküsü vardı, duymuşsunuzdur. Bu Poliancılık meselesi değil. “Ne yapıyorsun sen?” diye sorduklarında, “Şehre mutluluk enjekte ediyorum” diye cevap veriyordu. Yaptığı şey karşılaştığı insanlarla iletişim halinde olmak ve onlara güler yüzlü davranmaktı sadece. Belki ilk bakışta çok klasik gelebilir ama bazen klasik sözler hayatın bilgeliğini içeriyor. Dünyayı daha iyi bir yer hâline getirme çabalarımıza rağmen, yeni rağmen alanları kendini dayatacak hayatımızda. Bizim bu çabamız onlara rağmen, onlar da bunlara rağmen bir şeyler yapacaklar yıkmak için. Kendi içinde sarmal bir şekilde gidecek bir yolculuk bu. Mesele, biz hangi tarafta olacağız.
“Biz ubuntu yapıyoruz”
 O zaman yaptığın çabaya mücadele diyebilir miyiz? Bu mücadeleyi anlatmak, tanıtmak çabası mı?
Ben bunun mücadele veya benzeri sözcüklerle tanımlanmasından yana değilim. Bu tarz sözcükler yaygın düşünme biçimlerinin dayattığı çözümsel yöntemler. Bir şeyi elde etmemiz için kavga etmemiz gerekiyor bu mantıkta. Bir şeyi kazanabilmemiz için birinin elinden almamız gerekiyor. Oysa “ubuntu” diye bir söz var. Batılı bir bilim adamı Afrikalı çocuklara bir ağacın altında duran elmaları göstererek oraya ilk varanın tüm elmaları alabileceğini söylüyor. Haydi denildiğinde ezber bozan bir şey oluyor. Çocukların hepsi el ele tutuşarak ağacın altına gidiyor ve elmaları hepsi birlikte yemeye başlıyorlar. Diyor ki batılı bilim adamı; “Ne yapıyorsunuz? Hani ilk ulaşanın olacaktı elmalar?” Çocukların cevabı ilginç; “Biz ubuntu yapıyoruz”. Oraya birlikte ulaşabilme hâlini, birbirini taşıma, birbirini bekleme hâlini tercih ediyor çocuklar. Biliyorlar ki içlerinden birileri mutsuzsa o mutluluk olmayacak, alçakça bir şey olacak hatta bu. Düşünsenize mutluluk elmaysa, onu yiyeceksin, dişleyeceksin ama birilerinin de yiyemediğini bileceksin, hatta diğerlerini geçmiş olmanın da hazzı eklenecek elma yeme hazzına. Bize başarıdan gurur duymamız öğretildi hep ama başarı utanılacak bir duruma dönüşüyor buradan bakıldığında. Ve neden sanata bu kadar çok emek harcıyoruz sorusuna geliyor iş bu noktada. Oysa sanat kaçınılmaz oluyor ve sanat her yerde olmak zorunda. Öyle ki sanatçı olmak gerekmiyor üretmek için.
Neyi üretmek?
Hayatı yeniden üretmek... Hayatı yeniden üretebilmek için, kendini yeniden üretmek. Kendini yeniden üretebilmek için etrafında olan, seni besleyen şeylerin sana değmesine izin vermek, onlara ulaşma çabandan vazgeçmemek. Bize dayatılandan başka bir algıya ulaşma biçimi bulmak kendimize...
Mücadele olarak nitelendirmeseniz de sanki genel olarak bir alıp veremediğiniz var gibi…
O direnme noktası aslında. Mücadele gibi görünüyor bazen. Bana giydirilmeye çalışılan, bana öğretilerle gelen, bende emanet olan her şeyi bünyeme almaya direnmek. Çünkü yolculuk böyle bir şey aslında. Aynur’dan önce doğanın bir parçası olan insanın ki; buradan algılıyorum ben; insan doğanın efendisi değildir. İnsan efendi olmadığını fark ettiğinde nesi olduğunu fark etmeye başlayacak? Hani hayvanları koruma derneği var. Hayvanları koruma derneği dediğimizde insanın üstte olduğu, hayvanların korunmaya muhtaç olduğu varsayılıyor peşinen. Ya da şifalı bitkiler... Oysa bir rengi var, toprakta duruşu, birçok özelliği var o bitkilerin ama biz onları şifalı olması üzerinden yani insana yararlılığı üzerinden algılıyoruz.
Çıkar ilişkisine göre anlamlandırıyoruz.
Evet, menfaat üzerinden algılıyoruz ve "her şey insan içindir" diyoruz. Dolayısıyla insanın bütün bunların gerçekten bir parçası olduğunu unutuyoruz. İnsan kendini bu kadar önemsediği zaman doğallık-yapaylık kavramları çıkıyor ortaya.
İnsanın var oluşundaki kibire dur demeye çalışıyorsun diyebilir miyiz?
Diyebiliriz. Çünkü bu benim kendimde de çok çabaladığım bir şey. Varsa ki… var yani.
O zaman insanın en saf haline ulaşma çabası sizinkisi. Bu durumda kadın kimliği de ortadan kalkıyor, insan devreye giriyor…
Evet. Zenginliklerimiz var ama kadınla ilgili derdim de var. Kadının biraz daha anlatılması gerekiyor, ezildiği ve görünmez kılınmaya çalışıldığı için. Hepsi bunların iç içe aslında. Yine aynı yerden yanıtlayayım. İnsanın doğanın bir parçası olduğunu bilme hâli aslında bu da. İnsan şöyle baksa kendi kıymetliliğini de görecek çünkü. Diyelim ki ortalama insan ömrü yetmiş seksen yıl olsun, bu bilgiyi cebimizde tutup gezegenimizden söz edelim. Galaksiler arasından gelelim Samanyolu Galaksisi’ne, oradan Güneş Sistemi’ne ve onun içinde küçücük bir yerde gezegenimiz. Onun içinde daha da küçük insan var. Etine batırsan bıçak girecek. Bu kadar zayıf, ölmesi bu kadar kolay... Ölmese bile ortalama yetmiş seksen yıl yaşayacak olan insan var. Burada ölmek ve öldürmek kavramları üzerinden insana bakalım. Bir kara parçası için, bir ev için, yeşil bir banknot için kendi ruhundan vazgeçebiliyor. Oysa şunu anlasan; sen çok küçüksün insan ve aynı zamanda çok büyüksün… Büyüklüğünü fark edebilmek için önce küçüklüğünü kabul etmek gerekiyor. Küçülte küçülte geldiğimiz yerdeki küçücük nokta birebir benim hayatım oluyor, düşünsenize yüzde yüz oluyor o bütün bende. Benim için, senin için, her birimiz için. Bence insanın dünyanın dengesindeki yeri bu şekilde olmamalı.
“Az Gittim Çok Döndüm”
Okurlarına kitaplarını imzalamak yerine resimler yapıyorsun, Her bir imza okura özel resimlere dönüşüyor.
Aslında eser dersek, attığımız küçük bir çizik de eser, değil dersek yazmış olduğumuz kitaplar da eser değil. Dolayısıyla ben öyle bir yerden yola çıktım. Az önce kibir dedik ya, insanların “Ben yazar oldum” kibriyle okurlarına “İsmin ne canım?” derken "ubuntu" hikâyesindeki gibi dersek diğerlerinden önce gidip kaptığı elmayı yerken duymaması gereken hazzın bir benzeri olduğunu düşündüğüm kimlik olmak, o kitaba imzasını atarken imzayı atan kişi olduğunu düşünmek benim doğama uygun değil. Okur kimliğimle söylersem de; imzayı atan kişinin benim üzerimden kendini iyi hissetme çabası kendi içinde birçok soru içeriyor. O zaman dedim ki okur ve ben eşitiz. Sadece bir buluşma noktamız olmuş. Ben bir şeyler emeklemişim. Koymuşum, düşünmüşüm, ölçüp düzenlemişim. Terzi kızıyım ben, dikmişim sözcükleri kitabın üzerinden. Şimdi de diyorum ki “Bu karşılaşma anımız biricik ey okur! Bu benim için çok kıymetli! Senin için de kıymetli olması lazım. Bu öylesine bir an değil. Çünkü o benimle tanışıyor, onca emek verdiğim kitapla tanışıyor, ben de onunla tanışıyorum tüm bu olup biten üzerinden. Paylaşımın bir parçası O, bir parçası ben'im. Kitap sayesinde tanışıyoruz. Birlikte yolculuğa çıkıyoruz. Kitabın adı “Az Gittim Çok Döndüm” böyle bir şeyi imliyor tam da. Okurla o anda çoklaşıyoruz ve tekrar tekrar gidip dönüyoruz.
Kitabı bildiğimiz kalıplardan çıkarıp başka bir şeye dönüştürüyorsunuz.
Doğrudur. Aslında bunlar birbirini doğuruyor. Pratikte yaşadığım şeyi söyleyeyim. İnsanlar uzmanlaşıyor bir konuda “bilir kişi” oluyorlar ya. Bilir şair oluyorlar, bilir ressam oluyorlar. Böyle olunca ben kırk yaşında şair oldum diyorum. Tırnak içinde, “Ah! Şair olsaydım da anlatabilseydim” diyerek kendimle dalga geçiyorum bir şiirde, “Ah şair olmak vardı, şimdi bir şiir yazılabilirdi” diye. Tam da ressam olmak vardı diyerek elimde hiçbir çizgi olmadan o kitaba imza yerine her bir okur için ayrı bir şekil ve renk çizmeyi içimden geldiğince hiçbir şeyi hesaplamadan ve yanına nakış gibi şiir dizeleri yine her okur için ayrı ayrı yazarken elimi uzlaştırmaya başladım.” Bu durumu nasıl tanımlıyorsun?” diye sormuştu bir arkadaşım. O’na “İmzaları tepetaklak yapıyorum” demiştim. Kendimi tepetaklak yapıyorum aslında.
Peki biraz da yolculuğunuzdan söz edelim…
“Yolun kendi bile güzel, kim bilir ne hoştur varsam kaynağına” şeklinde bir dize çıkartmıştım bünyemden yıllar önce. İşte sonra anlıyorsun ki; kaynağı merak etme çabasını güzellerken aslında "yolun kendi bile güzel" derken "bile" sözü ile yolun kalbini kıran bu dize tam da tersine çevrilebilir bir şeymiş. Yani yolun kendisi güzel olduğu için kaynağına varma çabası güzel. “Az gittim çok döndüm” bu yolculukları anlatıyor. “Yer yatağı” ise biraz daha saklı yolculukları... Aslında söylemeye çalıştığım şey şu; beni görsünler, duysunlar derdinde değilim. Üretilebilir demek istiyorum sadece. O nedenle 40’ında şiire, 50’sinde çizmeye başladım demek benim hoşuma gidiyor. Yani bu güzel bir şey, ters bir şey…

“İçimden geçen renkler”
Hepimizin anlatacak bir şeyleri ve anlatma kanalları var demek mi istiyorsunuz?
Anlatımı belli kişilere bırakmak yerine kendimizin yapması gerektiğini söylüyorum. Bu kişiler kendi varlıklarını oradan tanımladıkları için kendi girdikleri kanala sizin girmenizi istemiyorlar. O yüzden maddi ya da manevi olarak üretimlerinden kişisel çıkar bekleyenler her işi erbabı yapsın der. Sistem ise aslında kontrol edemediği hiç bir üretimi istemez. Yaşamı üretmek için en büyük kaynağın sizde olduğunu bilmeyin ister. Hayır diyerek dayatılana itiraz etmek için bile değil, bu düşünme şeklini o kadar bile kâle almayarak doğrudan kendimi elime saldığım için çiziyorum ben. Ressam değilim sadece çizenim. O an için çizenim. İçimden geçen renkleri eskizsiz, taslaksız, çizdiğim ne çıkacak diye korkusuz elim nasıl istiyorsa öylece çiziktirenim. Dilim nasıl istiyorsa sözlere dökenim, sözün yetmediği yerde seslere... Sözün, resmin, sesin yetmediği yerde bedenimin dile ile anlatanım. Gözlerin içine bakanım anlatırken. Anlatacağım bir şey varsa onun yolunu arayanım yani... Biçim önemsiz hepimiz birbirimize akabiliriz.
Kelimeleri de parçalıyorsunuz aynı zamanda...

Evet. Kelimeleri birilerinin tekelinden kurtarmak istiyorum. Şiir şairlere dahi bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. "Postacı" filminde “Şiir ihtiyacı olanındır” der. Böyle bir şey de değil benim sözünü ettiğim. Şiir, sadece şairlerce tanımlanması ve onların ambargosuna bırakılamayacak kadar ciddi bir düştür aslında. Şiir hayatın içindedir. Benim annem şiir yazmadı ama bence şairdi. Komşularına sorarsanız terziydi... Şair bir terziydi ama  anlamları birbirine eklemek, dikmekse şiir, O güllerini dikiyordu meselâ yer yüzüne. Bir örnek anlatacağım. Bir kadın bahçesindeki gülleri koparmış. “Ne yapıyorsun?” diye kadına seslendiğinde koparan kadın reçel yapacağını söylemiş güllerden. Bunun üzerine annem, “Yavrularımı pişirecek misin?” diyor. Tam da böyle bir şey şiir. Tam da böyle bir şey resim. Tam da böyle bir şey çıkıp sahnede konuşmak. Sahne her yer çünkü. Eğer daha iyi insan olmak için sanattan yararlanacaksak sanat bir yol, bir araç olmak zorunda. Dolayısıyla sanatçı diye bir şey kalmamak zorunda.

23 kasım 2015 /cafe sanat

Lacivert Dergisi ile söyleşi


Okuyucularımız için bize kendinizden bahseder misiniz sevgili Aynur? Yazmaya ne zaman ve nasıl başladınız? Yazmanız gerektiği duygusu ilk nasıl yerleşti içinize?
yazmaya ne zaman başladığımı bilmiyorum. desem ki on üç yıl oldu; hayatı biriktiren yıllarımın hatrı incinir. desem ki doğduğum günden beri yazarmışım meğer; kırkında şiire başladığını sanan yaşlarımın hatrı incinir. desem ki doğmadan önce de yazarmış elim de, toprağa gömüldüğünde nasıl yazacaksa yine öyle hâli; bunca yıl renk kardığını fark etmeyen gözlerimin hatrı incinir. çünkü yol bir doğaçlamadır, doğaçlamaktan vazgeçmediğimizde su akar çatlağını bulur, diyebiliriz... diyebilir miyiz?... bilmiyorum... öğrenciliğimizle övüneceksek diyebiliriz. diyeceksiniz ki bu ne şaşkın yazar... iyidir; deyin... çünkü şiir bir bilmeme hâlidir. derin bir susma hâlidir şiir... bilmemeyi öğrenme hâlidir.    
   
Çok yönlü bir kişiliğiniz olduğunu biliyorum. Örneğin tiyatroyla ilgilenen yanınız. Farklı sanat disiplinlerinin içinde bulunmak insanın üreticiliğini nasıl besliyor, ne tür deneyimler yaşatıyor? Edebiyatın diğer dallarında da üreten bir yazar, şair olarak; şiirin sizdeki yeri, anlamı nedir diye sormak isterim. Şiir sizde daha farklı bir yerde mi? Eğer öyleyse, nedir onu farklı kılan?
ben önceleri bu üretim dallarını birbirinden ayrı diye düşünüyordum çünkü bize öyle öğretilmişti. o yüzden şiire bulaştığımda kendimi şiire o zaman dilimi içinde bulaşmaya başladım da önceden ilgim yok sanıyordum oysa diyalektiği biliyordum, her şeyin birbiri ile ilgisini öğrenmiştim ama yine de öyle kuşatıcı bir algı yönetimi konulmuş ki, her konu için ayrı ayrı bilincinizle kontrol etmeden ilerlerseniz kendinizi direk ezberletilmiş algıyla düşünür buluyorsunuz. onca yıl içinde olduğum tiyatronun da şiirle ilgisini anlamam zaman aldı o yüzden. tıpkı iki yıl önce kitaplara imza yerine resim yapmaya başladığımda resme yeni başladığımı sanmam gibi. tıpkı birbirine karışan doğal hammaddelerden kişiye özel tane tane yaptığım şifa ilaçların şiir olduğunu çok sonra anlamam gibi. oysa bir çiçeği koklarken o an için şiir oluruz. hayatında hiç şiir yazmamış annemi ben sadece terzi sanıyordum. öldükten sonra anladım onun içinde bir şair beslediğini... özenle büyüttüğünü ve hayata ektiğini anladım o yeşil ellerini... anneme, o boylu boyunca ölüme yatmışken dedim ki;  "anne sal kendini. senin hayata ektiğin ne varsa tuttu." kendisinden öğrenmiştim çünkü ektiği bitki toprakta tutan kişilere "yeşil elli" denirmiş. "anne" dedim "evet; senin ektiğin ne varsa tuttu burada. öyle ki bu senin hayatınla sınırlı olmadığı gibi benimkiyle de değil... sen gönlünce git artık papatya tarlalarına." annem anladı dipte akan şiiri ve kendini o sonsuz uykuya saldı.
Bu çok etkileyici... Peki şöyle sorayım o halde edebiyat, insanın içine doğru yaptığı bir yolculuk daha çok, tiyatro ise kendini dış dünyaya ifade etmeye yönelik gibi gelir bana. Aynı düşüncedeyseniz, bu karşıtlıktan nasıl bir sentez çıkabilir, ne dersiniz?
bana ikisi de birbirinin içinde gelir. psikiyatr irwin yalom'un bir kitabında okumuştum. diyordu ki; hayatı boyunca hiç kimseyle ilgilenmediğini düşündüğümüz kişiler bile çok yaşlandığında kendisini izleyecek kimse kalmadığı için mutsuz olur. çünkü akranları birer birer ölmektedir ve artık onu izleyecek kimse kalmaz. işte bu yalnızlığa dayanan görmedim ben". şiir de, tiyatroda, resim de, sinema da dilimizle, sesimizle, beden dilimizle kendimizi ifade etme isteğinden de beslenir. ve şiirde de beden dili vardır, ses vardır. sadece diğerlerinden daha iyi saklanır.

2015 kış aylarında “yer yatağı” adlı şiir kitabınız yayımlandı. Kitabın oluşma süreci nasıldı, kitaptaki şiirler hangi etkileşimlerle, duygularla yazıldı? Neler size o şiirleri yazdırdı, anlatır mısınız?
bana değen her şey, içimden geçen her şey beni şiire itiyor. içimden şiirler geçiyor. bazen bu geçiş düşünce ile oluyor, bazen imge ile. bazen de şiiri çizmiş buluyorum kendimi. ben değil ellerim seçiyor sanki renkleri o anda, yapacağı şekli ellerim seçiyor. ben resmin içindeki şiiri sonradan okuyorum. bazen de o şiiri bir başkası yazmış ya da çizmiş oluyor; ben derinden duyumsuyorum. bende yarattığı anlam dünyalarına salıyorum kendimi. şiirler hareket ediyor o zaman, parmakları, tırnakları uzuyor bende. anlıyorum ki şiir, hayat gibi bir yolculuk... oldukça farklı temalarda şiirlerim birikti şiirle yatıp kalktığım son on üç yılda ama bunların bir çoğu kitaba girmedi. çünkü ben yer yatağı'nda belli bir yolculuk olsun istedim. önce içimizin farkına varalım ki dışımızda sandığımız şeylerle o farkındalıkla karşılaşalım. bir hâlden bir başka hâle geçişin izlerini okur da benimle birlikte sürsün, yaşasın, hissetsin istedim. o yüzden kişinin bedeninde, algılarında, anılarında, yeni olanla karşılaşmalarında ve elbette anılarını yeni bilgilerle yeniden anlamlandırışında aşk ile yaşadığı duyguların izinden kurdum şiirleri. her birisi tek başına bir şiir olduğu gibi peş peşe okunduğunda da bir bütün içinde yolda olsunlar istedim. şiirler de bizler gibi heyecanlansınlar, beklesinler, mola versinler, dinlensinler ve dinlesinler istedim. sesleri dinlesinler... kendi içlerini dinlesinler. bize dayatılan eril dille konuşmasınlar böyle olunca... eril dil dediğim direk erkek dili anlamında değil. okur ister erkek olsun ister kadın; toplumda erkeğe ve kadına dayatılan sınırların içinde kalmasınlar ki birleşik kaplar gibi birbirlerine ve doğaya akmanın tadında buluşsunlar. keşifler yapsınlar birbirlerinde ve kendilerinde ve tekrar tekrar yeni kendileri ile yeni birbirlerinde. ve keşiflerinden haz alsınlar. üstüne üstlük hazlarını dillendirmekten de çekinmesinler istedim. şiir özgürlüktür; içimizin saf hâli gibi. bizi kuşatan öğretileri aşmak, içlerimize aşırmak istedim. onlara saldırarak değil, kendi içimizin suyunda akarsak nasıl da güzel oluru okurla birlikte yaşamak istedim...  
“yer yatağı”nda cinsellik çağrıştıran dizeler var önemli ölçüde. Cinsellik, özellikle kadınlar için dokunulmazlığı olan bir alan ve bu konuda yazmak -sizin de bir yazınızda belirttiğiniz gibi içinde gizli bir tehdit de taşıyarak- cesaret olarak nitelendirilmekte. Şiirde ve özel olarak “yer yatağı”nda aşk, kadın ve erkek bedeninin halleri üzerine neler söylemek istersiniz?
insan doğanın bir parçası; efendisi değil... kendisini kendisine salabilirse, aşka salabilirse bihakkın içini ve dışını; aşkın o gizemi içinde birbirinden ve hatta kendisinden alacaklı olarak değil,  verecekli olduğu bir zihinsel işleyiş biçimine geçebilirse, ancak o zaman göreceği ve keşfedeceklerinin sonsuz olduğunu düşünüyorum. işte o süreçte öncelikle kendi bedeni ile tanışır insan. kendisini sevmelere saldığında hiç farkına varmadığı yerleri ile tanışır önce. belki ayak bilekleri, belki omzunun kıvrımı. seyretmenin hazzı kadar seyredilme talebini dile getiriş... kadını seyredilen, erkeği seyreden olmaktan azat ediş... erkeğin bedenini ve ona hissettirdiklerini kadının kendi anlam dünyasında ördüğü dille ifade edişi. bunu zapta girmeyen sözlerle yaptığı kadar seslerle de yapabilmek üstelik. sevgiliyi fark ediş; sadece bedeni ile değil elbette söylemek istediğim; içinde akan nehirleriyle duyumsamak onu. severken nasıl değişip dönüştüğünü duyumsamak; kendi yolculuğunun izlerini duyumsadığın gibi... izlerin birbirine karıştığı yeri hissetmek ama öncelikle niyetli olmayı fark etmek hâli... orada; içimizde bir mücevher kutusu var. açılmamış el değmemiş belki de... işte onu usulünce, ağır ağır hakkını vererek aralama çabası bu kitap. içindeki ışığı ziyan etmeden bir ömre yayma çabası. öyle ki annemin ektiği çiçekler gibi hayata. ölümden sonra bile aşkla sarmalanacağını duyumsamak bilgisi... erkek için de kadın için de bu böyle... başka bir boyut başka bir kapısızlık hâli açmak ortak bir başka alanda. tekken iki, ikiyken tek olma hâlinin tadı... ayrışmak değil bütünleşmek... farklılıkların hem kocaman bir zenginlik olduğu, hem de kimin kim olduğunun bir noktadan sonra birbirine karıştığı bir bütünleşme bilinci... bu bereketten çıkacak kokuyu düşünsenize; bahçe bile değil sınırları olmayan gül cümbüşü...
Edebiyatta dişil ve eril dilin varlığından söz ettiniz az önce. Kadın ve erkeklerin kendi benliklerinin farklılığından doğan durumlarının dile yansımasından öte, eril dilin, kadın yazarlar tarafından da fark edilmeden benimsendiği, bilinçaltına yerleşerek kullanıldığı öne sürülmekte. Sizin de bu yönde gözleminiz oldu mu?
kesinlikle oldu. hatta bunca çok fark etmeye çalışırken dahi kendimi defalarca  söylediğini dayatan, direten, hatta ikna etme çabası içinde bir dilin içinde bulduğum zamanlar oldu, oluyor halâ. bu dile muhatap olduğum zamanlar elbette çok daha fazla ataerkil bir toplumda kadın olmaktan  kaynaklanan sebeplerle. ancak düşünsenize kendi dilimde yakalıyorum konuşurken; ki bu kaçınılmaz bir şey aslında. çünkü az önce de söylediğim gibi farkındalık mekanizmasını her bir done için yeniden yeniden işletmeliyiz. ve bunun bir tek edebiyatta, sanatta aşılması değil tüm yaşam alanlarında hayata geçmesi gerekli. ben artık büyük harf kullanmıyorum meselâ. yaşamı eşitlemeye dilimizden ve alfabemizden başlamak için. bir arkadaşımla birlikte iki yıl oldu; ses ve iz kovalama çalışması yapıyoruz kendi aramızda; evet, yazar arkadaşım mustafa sütlaş ile birlikte "ses kovalıyoruz" diyorum mizahi oluyor; direk bu şekilde söylersem. işin şakası bir yana demek istediğim şu: bu çalışmaya başladıktan sonra yüksek sesle bağırmayan, derdini sakin ve dipten aktaran, sesin yumuşak kıvrımlarını içeren sanat ürünlerine karşı dikkatimizi ve algımızı artırdık. ve bulduğumuz örnekleri biriktiriyoruz, üzerinde fikir seyahatleri yapıyoruz; bu konuya uyan ya da tersi olan örnekleri... gördük ki suskunluk ve sessizliği dinlemek hâliymiş en etkili olan. çünkü o zaman saldırı olarak düşmüyor iletiler... karşılaşanda baskı kurmuyor ve o yüzden savunma ya da karşı saldırı geliştirilmesine değil, bilginin yumuşak bir şekilde diğerine geçmesine olanak sağlıyor. kişi "ben buna  katılmıyorum" diyebiliyor rahatlıkla. "katılıyorum" dediği kadar rahat söylüyor bunu. evet, bunu gerçekten karşılaştığı o saf bilgi için diyor; yani bunun ifade şekli ve tavrı kalabalık yaratmamış oluyor duyanın algısında... hâl böyle olunca etkisi de daha derinden olma şansı kazanıyor. birden değil bu söylediğim; zaman içinde kavramların, düşüncelerin, duyguların seyahat etmesine imkân veren bir ifade şekli bu. şerh koymuyor, slogan içermiyor. doğaya uyumlu insanın doğa içinde çıkaracağı ama kendisine hazır verilen protez öğretilerle zaman içinde kaybetmiş olduğu seslere yeniden yakınlaşma çabası diyebiliriz belki...
Kitabın ismi, içindeki bir şiirin ismi aynı zamanda. Neden bu ismi seçtiğinizi sormak isterim. (Bence güzel bir seçim, çok sıcak, insana hemen yakın geliyor.)
ismi sevmenize sevindim. bir nehir yatağı gibi düşündüm yer yatağını. derinleştikçe etrafının yeşilleneceği, bereketleneceği bir nehir yatağı... taşa, toprağa yakındır yer yatağı. yer altı sularına yakındır. içinde belki misafirlerimizi yatıracağımız ya da derinliğine kendimizi misafir edeceğimiz; sevgiliyle bir olup içinde kanatsız uçacağımız bir yer yatağı... ve bu yer yatağını nereye serili olursa olsun doğanın koynunda akarak düşlüyorum ben. mekânın, zamanın, bedenin ve manânın şekilden şekile geçip balık olup yüzdüğü, ateşin suya, suyun ateşe koştuğu, birbirine dönüştüğü dingin ve doruk hâllere ulaşma hevesini imliyor gözümde... o yüzden bir arkadaşımın tabiriyle söylersem rengarenk "mimleç"ler boyuyorum; ayraç yerine... yazar için her okur biriciktir, diye düşündüğüm için "az gittim çok döndüm"de her bir kitaba ayrı resimler yapıyordum imza olarak; yer yatağı'nda ise mimleçler boyayıp mektuplar yazıyorum yeryüzü yatağına uzanıp. hem kişiye özel, hem de birbirine akan nehirmektuplar... ortak bir insanlık hafızasına yazar gibi birbirine eklemlenen mektuplar yazıyorum. böyle zengin bir yatağa uzanmanın keyfi ve vurdumduymazlığı ile belki  de...
Şiir çeviri çalışmalarınız olduğunu, özellikle İranlı şair Füruğ Ferruhzad’ın şiirlerini Türkçeye çevirmek için çalıştığınızı biliyorum. Neden Füruğ, diye sormak isterim. 
aslında karar verilmiş bir konu olmadı bu. yolun pencerelerden geçtiği, kuşlardan geçtiği, bahçeleri aşma çabasından geçtiği yerde birbiriyle kesişmemek mümkün değilmiş. birbiriyle diyorum çünkü yıllar önce dünyadan gitmesine rağmen o da benimle karşılaştı gibi hissediyorum. size garip gelebilir ama hissim böyle... öldükten sonra ellerin şiir yazması böyle bir şey belki de...  onun şiirlerini çevirmiyor, yeniden yaşıyor ve kendi konuştuğum dilde yeniden yazıyorum sanki. iki yıl önce arkadaşlarımla birlikte "ses ve anlam kapıları" isimli bir etkinlik için hazırlanıyorduk. ve furuğ'un "ses kalıcıdır" isimli şiirini seslendirecektim ben de orada. şiire çalışırken kuşlarla ilgili dizesi içime sinmemişti. sanki furuğ öyle söylemedi de çeviride böyle dönüşmüş gibi hissetmiştim ve o şiirin peşine düşmüş bulmuştum kendimi.  ingilizce farklı çevirilerine baktım. bir türlü oturmuyordu içime okuduğum çeviri dizeler. farsça bilmediğim için farklı türkçe çevirilerine baktım; hepsi birbirinden inanılmaz farklıydı. en sonunda kanada'da yaşayan bir iranlı olan maryam dilmaghani'nin ingilizce çevirisini buldum. evet tam hissettiğim gibi söylüyordu o dizeyi, çünkü furuğ da bir başka şiirinin bir dizesinde bunun ipuçlarını vermişti aslında. furuğ'un şiirleri aynı süt kazanında pişmiştir o yüzden birbirine ilişkin ipuçları sunar pek çok iyi şairde olduğu gibi. bu bilgiyi furuğ için henüz o zamanlar o kadar iyi bilmiyordum ama öğreniyordum işte şiirlerin içine girdikçe. ve artık içimden sürekli furuğ'un dizeleri geçiyordu. rüyalarımda bile furuğ düşünür olmuş, onun şiirlerinde yaşar bulmuştum kendimi. bazı dizelerde ne demek istediğini rüyalarımda bulmuş olarak uyanıyordum. bazı şiirlerinin yanıtını ya da yeni sorularını ise çok önceden onu tanımadan önce yazmış olduğum şiirlerimde buluyordum. çok ilginç bir yolculuk başlamıştı. o etkinlikte elbette furuğ'un şiirini okumadım. şiirin yeniden yazılması gerekiyordu içime sinmesi için ve buna vakit yoktu. ama daha sonraki günlerde şiir şiiri takip etti furuğ'dan. onu içerden bir yerden anladığımı ve oradan ifade edebileceğimi hissettim farklı şiirlerinin ondan çok farklı olduğunu hissettiğim çevirilerini okudukça...  içim içine yakınlaştıkça. ama sanırım en çok furuğ'la yolumuzun kesiştiği yer, kadın bedenimizin ve dişiliğimizin içerden ve dışardan anlatımında birleştiği nokta olmalı. tüm dünyayı içine alan, o kocaman bereketli "nokta". içimizden fışkıran cadılığın bereketi... kızıl saçlı lilithlerin sıcaklığı ve o üretken enerji. can'ı içinde büyüten, besleyen, biçimleyen enerjinin farkında oluş... ve bu farkındalığın dip seslerle, içimizden mırıldanır gibi, dışımızdan umarsız şarkı söyler gibi, dans ederek mektup yazar gibi konuşan dille, öylece salınan, dünyaya kendini salan bin edayla, birbiri içine çoğalan yuvarlak seslerle, birbirine koşan renklerle, toprağa ekilen yeşil ellerle kendini ifade eden bir dile gelme rüyası. çeviri-yorumlar sürüyor halâ. şiir yazmaklar, şiir çizmekler, şiir olup  akmakların sürdüğü gibi içimde. görüyorsunuz ya hepsi bir bütün.  hepsi birbirine koşuyor. hepsi birbirinin sırtına mendil koyuyor, hepsi en dibinden kendisini doğuruyor, kendisini emziriyor. tay tay yapıyor düşmeklerden korkmadan... yol böyle dolu olunca çok güzel... çok... çok güzel sevgili tümay.
Şiirin, onu okuyan insana iyi geldiğini, iyileştirici bir gücü olduğunu düşünürüm sık sık. Sizin söyledikleriniz de bunu destekledi şimdi. Günlerce bir dizeyle yatıp kalkar, bazen sorular sorar, bazen cevaplar buluruz, senin de dediğin gibi. Heyecanlanıp yeni yolculuklara çıkarız. Şiir insana neler yapar, bizimle paylaşır mısınız?
bilfiil elleriyle ilaç yapan, bütün gününü labaratuvarda havan başında geçiren bir eczacı olarak da söyleyebilirim ki şiir elbette şifadır. bazen yaranızı dağlayarak iyi eder, bazen usul usul zaman içinde... şimdi aklıma geldi; "şiir ne işe yarar" diye sormuşlar şair metin altıok'a. o da "şiir insanı sevmeye yarar" demiş.   ben de aynı sözden yola çıkayım ancak içeriğine kendimce bir parantez açabilirim. altıok haklıymış çünkü dünyayla uyumunu sürekli reddeden insanı sevmek hakikaten zor iş. şiir desteği gerek... ama belki de sevmek için bile olsa şiir insana odaklanmak yerine dünyanın da içinde olduğu evreni sevmeye yarar diyebilirim.  çünkü insan dünyanın ve dünya da evrenin bir parçası... bütünü sevmeden parçayı sevemeyiz...  kötülüğü reddederek iyiliği anlayamayacağımız gibi... ya da tersi...  bu kocaman ve uçsuz bucaksız sonsuzluğu sevdiğimizde insanı da seveceğizdir kendimizi bir parçası olarak görüyorsak. öyle şeklen de değil daha barışık bir yerden seveceğiz gibi geliyor bana... biz ona dirensek de bize rağmen bizimle uyum içinde olan dünyayı arama çabamızı diri tutacaktır şiir. cüneyd bağdadi'nin dediği gibi "aramakla bulunmaz ancak bulanlar yalnız arayanlardır." haydi dayanamayıp buna da açayım bir parantez. bulmak sondur; bulduğundan da hiç emin olamamaktır şiir. bilmemektir belki biraz da...
Bir şiiri nasıl yazarsınız, oluşturursunuz? İlk dizelerin yazılma anından, şiirin sonlanmasına kadar geçen zaman içinde neler yaşarsınız, anlatır mısınız? 
oyy öyle uzun ki bende bu süreç... çünkü şiirleri de ağaçlar gibi canlıdır diye düşünürüm ben. nerde yeşerecekleri belli olmadığı gibi yeşermeye başladıktan sonra da sürekli büyürler, kıpırdanırlar, mevsimler yaşarlar, gitgeller yaşarlar. çekişirler kendi aralarında dizeler. yerlerini beğenirler, beğenmezler. seslerinden hoşnut olurlar; tam oldu dersiniz yeniden ses ederler size. kendi yazdıklarım değil sadece, okuduğum şiirleri bile sürekli seyahat ettiririm ben. yaptığımız etkinliklerde de içimde devam ettiği şekliyle seslendiririm. "şiir bitmez; o şairin o şiirde yapabilecekleri bitmiştir" şeklinde bir cümle okumuştum; anımsamıyorum cümle kimindi ama benim için söylemiş sanki... ben seviyorum şiir'i orasından burasından çekiştirmeyi, bana el sallamasını seviyorum, onunla dans etmeyi... birlikte yatıp kalkmayı, içinde solumayı seviyorum. "az gittim çok döndüm" kitabı şöyle başlar; "kitaplar da yollar gibidir; yıllarca yürüseniz bitmez ama bir yerde yeter deyip, kendi yolculuğuna başlaması için elinizden uçurmanız gerekir. " şiir bende tam da böyledir sevgili tümay.
evet ben de tam onu soracaktım; 2013’te yayımlanan “az gittim çok döndüm” adlı kitabınıza gelirsek… Bu kitapta gezi, anı, öykü gibi farklı türlerde yazılar kaleme almıştınız. Bu kitap yazılırken neler yaşadınız, kitap nasıl oluştu, bize anlatır mısınız?
ilk yazdığım gezi yazısı kendime notlardı. yaşadıklarımızı unutmayım, kamerayla çekilmiş gibi bizde anısı kalsın idi amacım. yani son derece kişiseldi.  sonra bir baktım ki gittiğim yerlerde notlar tutmaya başlamışım. orada yazıyorum hatta. bu yazıları yazdığımı fark eden arkadaşlarım bana çaktırmadan görevler verdiler; "aynur yaz" dediler. "derdi anlat, neşeyi anlat" dediler. selâmlar bıraktılar heybeme. yoluma yol arkadaşı oldular benimle gelmeseler de. gitmeden önce bilgiler verdiler gideceğim yerler hakkında, geldikten sonra benimle birlikte kafa yordular, emek harcadılar. artık kişisel notları çoktan geçmişti iş, derdi olan bir kitap olmaya başlamıştı... çoğalmaktı; mekânla, zamanla, doğayla, tarihle, insanla tanışmaktı kitabın hevesi. kendini keşfetmekti, "yer yatağı" gibi aslında bir yolculuk kitabıdır diyebilirim o da... ne anı tek başına, ne gezi yazıları türünde diyebiliriz; tam bir melez anlatımı var.  bize belletilmiş dilsel sınırları da aşarak suya göre, ateşe göre akmak isteyen yolcuların kitabı. bazen de gidilen yerlerdeki unutulmuş bellekleri kendilerine anımsatmak isteyen, şehirlere bulaşırken artık kendi izini de o şehre emanet etmek isteyen bir yolculuk...  "farkındalık niyeti" şeklinde de tanımlayabilirim bunu. birlikte olunca çoğaldığını anlayan ve yeniden yeniden çoğunu az kabul edip çoğalmayı isteyen bir muhabbet kitabı diyebilirim. bu anlamda okurla muhabbet etme hevesinde olan bir kitap "az gittim çok döndüm"
Sanki sorularımı sezmiş gibi sözü o noktaya getiriyorsunuz. Muhabbet dediniz ya şimdiki sorumda da bu vardı. İstanbul’da sanatla ilgili konularda düzenlenen “nehir muhabbetler” başlıklı etkinliğe siz de aktif olarak katılmıştınız, değil mi? 5-6 yıl kadar sürdüğünü bildiğim, -isteyip de bir türlü katılamadığım- bu etkinlikten bahseder misiniz? Bu tür buluşmalar, sanatsal, kültürel yaşama yaptığı katkı kadar, kişiler arasındaki dayanışma, paylaşma duygularını da pekiştirir diye düşünüyorum, ne dersiniz?
aslında söz kendisi akıyor sevgili tümay. çünkü su kendi doğasında dolanıyor. her şey birbiriyle ilintili. çok farklı konularda farkındalıklarımızın oluşması, gelişmesi, kıymetli bilgileri arama heyecanı ve hazzı çok ilgili bu süreçlerle. ve bu arayışı hep birlikte yapma coşkusu elbette. "nehirmuhabbetler" altı yıl sürdü. kendisini  tanıyorsunuz sevgili yazar sezai sarıoğlu önde olmak üzere onunla birlikte bu süreçte sinemadan sanata, karikatürden müziğe pek çok farklı konuda, yaşamı ve ürettikleri birbiriyle orantılı  konuklarımızı misafir ettik nehirmuhabbetler'de. bu kapsam altında  yaklaşık on kişi kadar gönüllü arkadaş işin mutfağında çalıştık onca yıl. ve yaptığımız işi bihakkın yapabilmek için çaba harcadık hep birlikte. hepimiz için çok öğretici bir yolculuk hâli idi. dayanışma hâli idi. şimdi bu yolculukları "az gittim çok döndüm"den veya "yer yatağı'ndan ayrı düşünebilir miyiz.
Gerçekten keyifli bir "muhabbet" oldu Aynur. Lacivert olarak bu söyleşi için çok teşekkür ederiz.
ben teşekkür ederim,  benim için de çok keyifliydi tümay. çalışma arkadaşlarınıza da selâmlarımı, sevgilerimi iletirsen sevinirim. hepinize kolay gelsin.

Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi
Yıl 12 sayı 67
Fotoğraflar: Ali Tanrısever

aynur uluç ile "az gittim çok döndüm" kitabı hakkında söyleşi



 Önder Elaldı:  Kitabın yazılış hikâyesini kısaca özetler misiniz? 
Aynur Uluç: Öncelikle merhaba. bu soru aslında insan neden yazar sorusunu da kapsıyor, ancak bu çok boyutlu ve uzun bir konu. Ben iyisi mi gittiğim yerleri yazış serüvenim nasıl oluştu ve gelişti onu açayım.. İlk başlarda gittiğimiz yerin bize anısı kalsın istemiştim, kameramız yok, bari yazayım da okudukça unutmayalım gibi bir kişisel yaklaşımdı. Ancak ne sebeple olursa olsun akla bir kez yazmak düştü ya, gittiğim yerlerde gezi esnasında da notlar tutmaya başladım zamanla. Bu durum farkındalık algımı geliştirdi. Orada yaşayan insanların, mekânların, eşyaların, gittiğimiz yerdeki yaşanmışlıkların izleri daha çok dokunur oldu hepimize. Evet, bana olduğu kadar yol arkadaşlarıma da. Yazılacağını biliyor olmak önemliydi çünkü... Dikkati değiştiriyordu. Amacı yazılmak olmayan yolculuklarda "kalem"i de yol arkadaşı kılıyordu kendine...   
Yazdıkça işin içine daha çok yazma sorumluluğu girmeye başladı.  Süreç ilerledikçe yola çıkmadan önce bilgilenmeye başladım doğal olarak. Böylece gözüm daha önce muhtemeldir ki kaçıracağı ayrıntıları da görür oldu gittiğimde. Bu anlamda anlama, fark etme niyetinin ne kadar önemli olduğunu fark ettim öncelikle.  "Farkındalık niyeti" diye tanımlayabileceğim bir kavram bu. Yolculuğun her safhasında yeniden anlamlanacak bir uyanış.... Ve nihayet  tüm yazılanların bir kitapta toplanması sürecinde gezi yollarında bana eşlik etmiş olsa da olmasa da,  yazılanların kitap olma yolculuğunda derdimi dert edinen yol arkadaşlarım oldu. Yol kitabında bana yol gösteren, yolumu kaybettiğimde yeniden bulduran, bana itiraz eden, işaret eden, her kıymetli keşifte önce onlara müjdeleme gereksinimi duyduran arkadaşlarım. Onlarla birlikte her yazılanın üzerinden bir kez daha az gidip çok döndük.  
Önder Elaldı:  Değişim vurgusu çok güçlü... Yolculuk devam ederken değişen mekânlar, insanlar.... Bu süreçle birlikte yazma sizde nasıl bir değişim yarattı?
Aynur Uluç: O yerler nasıl tanıştıkça bende iz bırakıyorsa yazarak benim de  onlarda iz bırakabilme imkânımın var olduğunu düşündüm. Bir güzelliğin ya da dipte kalmış bir acının benim gözümle de çoğalabileceğini... Başkalarının anılarından da şekillenir ya yer ve mekân bilgilerimiz.  Yaşamlarımızın bir büyüteç gibi gittiğimiz yere tutulması hâliydi bir anlamda da yazmam. Ancak önemli bir çizgi var bu noktada. Büyüteç olduğunu bilen elimin sorumlu davranması gerekir. Kendine karşı da, okura karşı da, o şehir ve mekanlara karşı da.. Yalnızca bir yaşam ya da mekân bilgisi nakletme sorumluluğu değil sözünü ettiğim... Varoluşu anlamaya giden yol olarak dünyayı daha derinden anlama çabası... Zamanla bellek yitimine uğramış yaşanmışlıklar vardır şehirlerde, belki dünyanın bir başka ucunda değiştirip dönüştürdüğü başka şehirler vardır, başka insanlar... ama unutmuştur işte.. Bu noktada yazmak o şehirlere kendi belleklerini de anımsatmaktır bir anlamda, sadece orasını başkalarına tanıştırmak değil...
İllâ geçmişten olmak zorunda da değildir aktarılan,  gözlerden ırak kalmış bir noktacık olsun bugünden. Kimseler görmüyorsa ağacın devrilmesinin önemi yok mudur mesela, bunu sorgulamaktır belki de varoluşa kafa yormak. Yazmanın işlevi görünmez olanı görünür kılmaktır biraz da. Ama ortada olduğu için bildiğimizi zannettiğimiz şeylerin farklı taraflarının olduğuna da uyanmak ve uyandırmaktır.  Yelpazesi çok geniş sorumluluğun... Kitabın dilini kurarken okurun kendisiyle muhabbet  edildiğini hissetmesi de bu alana girer diye düşündüm....Okurda kendisine yazılmış olduğu duygusu yaratacak bir içtenlikle anlattım bu yüzden...
Önder Elaldı:  Az gidip çok dönmek neyi ifade ediyor?
Aynur Uluç: Bunun için az olmak ve çok olmak hâllerine hem birbiri içinde hem de birbiri peşinde bakmak gerekir. Hem tekil hem çoğul anlamlarıyla bakmak gerekir az ve çok olmaya... Hayatta bildiklerimizin üstüne yenisini koyarken bildiklerimizin kıymetinin farkına varıp, bilemediğimiz bölümüne de merakımızı ve hevesimizi diri tutma hâli.  "Az gittim çok döndüm" cümlesi dönüldüğünde biten bir yolculuğu anlatmaz aslında... Yeniden çok'unuzu az bilip çok etmek için yola çıkma müjdesini de verir alt anlam olarak..  Cümleyi birbiri peşinde yineleyerek anlıyorum ben. Hayatın sürekli değişen ve gelişen bir yol olduğunu da içinde barındıran bir bakış açısı çünkü. Çoğalmalarımızın bilgilenmeyle de olacağının altını çizen öte yandan başkalarının acılarını yada sevinçlerini hissetmenin bizi nasıl besleyeceğini de anlatan bir bakış açısı. Şehirler,  mekânlar, eşyalar ve yollarla ilintilenmemizi de odağına almış, ancak bu esnada kişinin kendisini de es geçmeyen bir bilinçle, içinden geçtiği şehirlerin, insanların onun içinde çoğalmasına açık olma hali... Çoğalmanın ancak bu şekilde mümkün olabileceğini de anlatan bir başlık bu. Artan farkındalıklarımızla  birlikte ama öteleyerek değil kucak açarak baktığımızda içine karışacağımız yaşamın ne çok sesli ve ne çok renkli olduğunu ve olacağını anlatan..
Önder Elaldı:  Kitap yolda olmanın hikâyesi. Yolda olmak nasıl bir düşünüşü ortaya çıkarıp yazdırıyor?
Aynur Uluç: En çok ayrıntılara dikkat etme algısını besliyor sanırım. "Ah kimselerin vakti yok, ince şeyleri anlamaya" diyor ya Gülten Akın. Hayatın bize dayattığı hız çağında o hıza rağmen yolda olma bilgisi insanın içinde zamanı sündürme istekliğini artırıyor. Keşfettikçe yenilerini keşfetme arzunuzu harekete geçiriyor. Bildiklerinizden şüphelenmenizi sağlıyor yolda olmak. Tek doğrunun sizin düşünme şekliniz olmadığını öğretiyor insana. Seçeneklerin sonsuz olduğunu... Hayatınızın içine başka hayatlar sığdırabileceğinizi öğreniyorsunuz ve bunun ne coşku verici olduğunu. Başkalarının acılarını da sevinçlerini de hissedebildikçe göğsünüzün genişlediğini... Dünyanın merkezinde insanın olmasından rahatsız olmayı öğreniyorsunuz.  Yorulmayı öğreniyorsunuz yolda,  hiç bir şey kaçırmamak için bu kadar dikkatli bakarken hakkıyla yorulmayı... Ama mola yerlerinin kıymetini de...
Önder Elaldı:  Hikâyeler nasıl ortaya çıktı?... Dikkat çeken bir kaç hikâyeyi çok kısa özetler misiniz?

Aynur Uluç: Yaşadıklarımı aynen anlatınca hikâye oldu. Yaşamın kendisini dolu dolu yaşıyorsanız, her gününüz bir hikâye olabilir. Elinizi serbest bırakınca eliniz yeni çizimler çiziyor, diliniz yeni sözcükler buluyor. Eski sözcüklerdeki yeni sesleri duyuyor kulağınız. O zaman işte, bir gün macera olsun diye değil depreme hazırlıkta gerekli olduğu için madene iniyorsunuz tek bir kadın olarak. Hayat yolunuzu o madene düşürüyor. Erkeklerin içinde, erkeklerin mekânlarında kadın olma hâllerinizi de yaşayacağınızı göz alarak hem de. İnsan olma hâllerinizi demeli aslında en çok. Korkularınızı ve onlarla baş edebilme becerilerinizi alıyorsunuz yanınıza Zonguldak'ta madene inerken ya da tam tersi yağmurlu bir havada paraşütle atlamaya kalkarken Baba Dağları'nda. Bize sunulan hazır algıda Bodrumluların aktığı balık lokantaları olarak kodlanan Gümüşlük'te sizin gözünüz aşkı görüyor hâl böyle olunca. Hikâye gelip sizi buluyor..  Yeri geliyor, siz hikâye oluyorsunuz... Eskişehir'de bir kapalı cezaevindeki yıllar önce kazılan tüneli fark edip, Diyarbakır'daki açık çığlığı duyuyorsunuz kulaklarınızı açınca. Hikâyeler her yerde, siz sadece duyuyor ve aktarıyorsunuz bihakkın; "farkındalık niyeti"yle bakıldığında...


Havan Dergisi-2014
Fotoğraf: Ali Tanrısever