27 Şubat 2013 Çarşamba

boş ev

gizlerin içinden çıkardım cümleleri
ayaklarım boş bir eve getirdi
ateşten türemiş cevabım yok
sorular sürükledi de geldim

piyano tuşlarından bir ırmak
hayalet kuşlarından bin ses tatmaya
atlayıp cadı süpürgesine
embriyo sevgilimle yatmaya geldim

anadolu geldi benimle
mezopotamya geldi
şiirler yazılmadan akmaya
zaman kapısından bakmaya
anahtarım kilidi yakmaya geldi

düşlerimle büyüdü
okyanus oldu kızım
oğlum dev yanardağ
biri sağ koluma girdi, biri soluma
sesimde martılar, ceplerimde caz
dedem benimle tango yapmaya geldi

söylediğim bir şarkıydı işte, essiz notasız
eğilip bir böcek dedi ki kulağıma;
gerçek hayalde mi,
hayal mi gerçek
bilmek imkânsız

Aynur Uluç

Görsel: Kathy




 
Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir.



20 Şubat 2013 Çarşamba


‎"Anneanne, biliyor musun, kardeşin Horen kızına kimin ismini vermiş?" dedim
"Nereden bileyim?"
"Senin ismini vermiş anneanne; kızına Heranuş adını koymuş."
Birden yüzü aydınlandı, yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı ve, "Demek beni unutmamışl…ar," dedi.
Bunu söylerken o kadar heyecanlanmıştı ki, sesi önce bir yutkunmanın ardında kaybolup sonradan zorla ortaya çıktı.
Başka bir şey sormadı, duygularını belli etmemeye çalıştı ama anneannemi ilk kez o gün şarkı-türkü mırıldanırken gördüm. Anneannem türkü söylüyordu... (Anneannem, Fethiye Çetin)

ŞİİR OKUDUM, ŞİİR SUSTUM KENDİMLE

Fethiye Çetin'in "Anneannem" isimli kitabını okudum; yollarda ağlayarak okudum... Yarım bırakmak zorunda kaldığım yerlerde aklımı sayfalarda bırakarak okudum... İçin için isyan ederek, okuduklarımın gerçekliğini algılarken "hiç olmasaydı" duygusunu taaa içimden isteyerek...

Kitabı bitirdiğimde göğsümde öyle büyük bir yara açıldı ki , içimi şiirle sakinleştirmek istedim. Şair Özdemir Asaf'ın mum aleviyle oynayan kediyi anlattığı şiiri nereden aklıma geldi, hangi bağlantı neden oldu, bilinçaltım nasıl harekete geçti bil(e)miyorum. Belki okuduklarımı bir anlama oturtmak için, belki çare ile çaresizliği yeniden karıştırmak için kalp sayfalarımda. O sayfalardan gözüme akan fotoğrafların yıllar içindeki karşılığını bulmak ve bilmek için belki... Sakinleştirmek için göğsümde ürkütülen kuş sürüleri gibi savrulan fırtınayı belki. Belki de ağlamalarım yeni anlamalarla hızlansın diye yolumu kesmiştir;  “Bir evin bir odasında göz-göze susan iki insan”ın şiiri. Mum ellerimi tırmalasın, belleğimi yaksın kedinin elleri, içimi yıkayana dek ağlayayım diye belki de. Ağlarsam, belki daha fazla insan oluruz gibi bir umut. Belki daha fazla insan olursak, daha fazla anlatır ve dinlersek  Heranuş Nene'nin "Bir daha gelmesin, bir daha yaşanmasın" dediği günler gelmez insanların başına, türünden gibi bir iyimser umut. O günlerin acısını gözyaşlarımla temizleyemesem de, içimi-dışımı acıtan anıları okşayabilir miyim gibi bir umuttu işte ağlayışım. Yollarda da olsam, bunca suskunlukla mayalanıp kabaran acıya yürek kabarttıkça kendimi tutamayışımdı gözyaşlarıma sebep.

Neden kedi, neden alev; neden dün ve neden bugün? Her şey birbirine karıştı. O acı günleri anlatırken, bu çaresizliğinin sebebini soran torunu Fethiye Çetin'e  Heranuş Nene ne diyordu aynı çaresizlikle: "Ne bileyim..."

Bu cümleye sığındım ben de. Bu cümleyle seslenerek yanıtladım kendi kendime sorduğum soruları. Sonra yakıştıramadım kendime bugün hâlâ bilmiyor, öğrenmiyor olmayı. Yıllarca susularak büyütülmüş acıları  bilip de söylemiyor olmayı yakıştıramadım bizlere. Daha çok bilmeli, daha yakın tanımalı, daha fazla dinlemeliyiz, diye düşündüm. Gözümüzün gönlümüzün tüm pencerelerini açıp "bizden" ve ""onlardan" demeden, hiç kimseyi "içimizden biri", "dışımızdan biri" ilân edip ötekileştirmeden dinlemenin insaniliği... Dahası, kendimizi kendimiz(d)e ötekileştirmeden yenilemeyi.... İnsan’ı kendimize ötekileştirmeden anlamalıyız. Anlatmalıyız… Kitabın içinde ve dışında, denizde ve karada düşündüm... Düşündüm...

Ama önce sakinleşmeli ve sonra durmalıydı içimde kabaran sular. Dinginleşmeliydi önce, viran olan kalbimdeki kuş.  O yüzden belki de şiir okudum, şiir sustum kendimle... Kendimle yalnız ve kalabalığımla çok...
               
“Bir mum yanıyordu bir evin bir odasında/ O evde bir de kedi vardı. /Geceler indiğinde kendi havasında / Mum yanar, kedi de oynardı.

Mumun yandığı gecelerden birinde/ Kedi oyunlarına daldı. / Oyun arayan gözlerinde  / Mumun alevi yandı / Baktı / Mumun titrek alevinde / Oyuna çağıran bir hava vardı.

Oyunlarını büyüten kedi büyüdü / Kendi türünde çocukçasına / Döndü dolaştı, yavaş yavaş yürüdü / Geldi mumun yanına, oyuncakçasına. / Bir baktı, bir daha, bir daha baktı / Mumun alevinin dalgalanmasına / Uzandı bir el attı. / Bıyıklarını yaktırmadan anlamayacaktı… / İlk kez gördüğü mumun yakmasına / İnanmayacaktı.

Kedi, oyunlarında büyüyordu / Mum, üşüyordu yanmalarında. / Zaman ikili yürüyordu / Aralarında. / Bir ayrışım görünüyordu / Birinin yanmalarında / Öbürünün oynamalarında.

Kedi oyunlarında büyüyordu / Yitirerek gitgide oyunlarını. / Mum küçülüyordu yanmalarında / Yitirerek gitgide yakmalarını.

Oynarken büyüyen kedi yanacak / Aydınlatırken küçülen mum yakacaktı. / Küçülen yaka-yaka aydınlatacak /Büyüyen yana yana anlayacaktı.

Bir mum yanmasından / Ve bir kedi oyunundan / Kaldı sonunda / Bir gecenin tam ortasında / Bir evin bir odasında /Göz-göze susan / İki insan.

II

Mum yandı bitti / Kedi büyüdü gitti. / Oyunlar karıştı gecelerde / Suskun uykusuzluklara. / O iki insandan, sonunda / Birinin anılarında kedi / Birinin dalmalarında mum / Kaldı gitti.

Nerede bir mum yansa şimdi / Nerede oynasa bir kedi / Birbirine yansıyor, karışıyor gölgeleri... / Bugün dün gibi oluyor / Dün bugün gibi. / Mum ellerimi tırmalıyor / Belleğimi yakıyor kedinin elleri. ( Özdemir Asaf )

Aynur Uluç

13 Şubat 2013 Çarşamba

Neyse ki, Yapısı Var 'Aşk'ın...



Sevmek, hem de öyle çok sevmek ki; dünyanın öbür ucunda olsa dahi, sevdiğinin kokusunu hissetmek. Öyle saf sevmek ki; seninle olmasa bile onun mutluluğunu istemek açıkça.`Seni seviyorum` demese de şüphe etmemek sevdiğinden, seni düşündüğünden.

İşte böylesine özel, böylesine güzel bir şey `aşk`. Bahanelere ihtiyacı yok. Kendi dışındaki dünyadan ona hazır sunulan özel günlere ihtiyaç duymaz aslında. Çünkü o zaten kendisi, karşılaştığı her şeyi kendine yontan, etrafındaki nesneleri bile sevdiğini anımsatmaya bahane kılma ihtiyacında bir yapıya sahip.

O iki kişi arasında kurulu kapalı dünyasında biriktirir, her güzelliği ve acıyı. Kavgasının tadı kendinde, sevişmesinin tadı kendinde yine. Dünyadaki bu kadar çok aşk tarifine inat, anarşist bir yapısı var öte yandan. İki kişi arasında dönen ayrı bir kurgusu, kendisine has dili.

Sezgilerin konuştuğu bir dil bu. Cümle anlamlarının neredeyse söylenene birebir denk gelmediği bir açıklıkta seyreden. Kısa cümlelerde uzun anlamlar saklayan, uzun cümlelerinse bazen hiç bir şey anlatmadığı özel ve farklı bir durum. Tüm bunlara karşın bu kadar sağlam mı peki yapısı? Pamuk ipliğine bağlı değil mi, bazen de bozulması dengenin? Etkilenime en açık, karışıvermeye en uygun yumak gibi değil mi, bir yanıyla da? Kimyasına `matematik` desek; tümdengelimle değil, tümevarımla işliyor mekanizması. Hal böyle olunca; değil diğer insanların algıladığı şekle uygunlukla bir güne hapsolması, oradan anlamlanması, gerektiğinde tek bir `dakika`yı `yıl`a çeviren bir burgusu var.

Sevgililer gününün çıkışına baktığımızda ise; 270 yılında Roma'da imparatorluk yapan Aziz Valentine`i, tanrı ve tanrıçaların kraliçesi olan Juno`ya duyulan saygıdan ötürü yapılan tatili ve ertesi günü başlayan Lupercalia bayramını anımsıyoruz ki bu bayram, halkın genç nüfusu için çok önemliymiş o tarihlerde. Çünkü yaşantıları sınırlandırılmış gençler, sadece bu bayram süresince bile olsa birbirlerinin partneri oluyorlar ve bu birliktelikler genellikle bayram sonrasında evlilikle sonuçlanıyormuş. İmparator II. Cladius içinse en büyük sorun, ordusunda savaşacak asker bulamamak. Ona göre bu durumun tek sebebi, Roma`lı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak istememeleri imiş. İşte bu yüzden de Roma`daki tüm nişan ve evlilikleri kaldırmış.

Aziz Valentine ise, bu imparatorun hükümdarlığı zamanında yaşayan bir papaz. Aziz Marius ile birlikte II. Cladius`un yasağına rağmen gizlice çiftleri evlendirmeye devam etmiş. II. Cladius da Valentine`i emirlerine uymadığı ve kendisine baş kaldırdığı için tutuklatıp öldürtmüş. Bu olaydan ikiyüzyirmialtı yıl sonra 496`da Papa Gelasius, Aziz Valentine`i onurlandırmak için on dört şubat tarihini sevgililer günü olarak belirlemiş. Ve Sevgililer günü, 1800`lü yıllardan sonra Esther Howland`ın ilk kartını yollamasından bu yana, günümüzde daha çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay haline gelmiş.

O günden sonra sevgiliye `Benim Valentine`im olur musun? ` diye yazan özel kartlar göndermek söz konusu olmuş. Gönderilen bu ilk kartla birlikte günün yüklendiği misyon, sevgiyi dünyaya hatırlatmaya bahane bir güzellik aslında. İnsanların birbirine kavram olarak `aşk`ın altını çizdiği kartlar gönderip `sevgili olma hali`ni kutladığı bir olgu.

Mevcut tüketime dayalı sistem, elindeki her konuyu malzeme olarak görüp, onları kendi amacına yönelik fırsatlara dönüştürdüğü gibi `sevgililer günü` de bu paydadan nasibini aldı zamanla elbette. Paha girdi işin içine. Artık bir hediye almak oldu, söz konusu olan. Erkek ve kadının o güne kadar toplum içinde konumlandığı algılama biçimlerinden bakıldı, konuya da. Bizim toplumumuzda ki bakışa göre; öncelikle erkek, bu günü unutmamalıydı ve kadına hediye almalıydı. Başka bir deyişle; mevcut olmayan bir sorunu önce var edip, sonra çözmek oldu, işin aldığı son hâl. İlişkilerde yerini gittikçe daha sağlam alan `sevgililer günü gerilimi` ile doğru orantılı olarak, güllerin de fiyatı arttı hâliyle. O gün sevgiliye sevgiyi söylemek farz oldu, söylememek sorun. Zorla oldu güzellik. Yalın kalma çabasında olanı da gölgeledi bu durum. Amaçlar unutulup araçlar konuşulur oldu, her yerde. Ancak bu noktada şaşılacak bir durum da yok. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi, şartlara bakılınca.

Sistem, elbette yapısı gereği elindeki tüm varlıkları, olguları tüketime yöneltmek zorunda. Ve tam da bu noktada `aşk` da yine yapısı gereği direnmek zorunda, kendine dayatma biçimlere...

Aynur Uluç
Evrensel Gazetesi
15 02 2010

Tablo: Alex Gray

5 Şubat 2013 Salı

“YAĞMUR YAĞMIYOR, KOKUYORDU…”


Şair yazar Akif Kurtuluş’un son kitabı Mihman’ı elime alıp okumaya başladığımda ilk olarak kapak fotoğrafı sardı beni, içine aldı bıraktı. “Burası neresi?” diyecekken arka kapakta buldum olduğum yeri. Tam da o... noktayı anlatıyordu yazar okuduğum satırlarda. Sonra arka kapaktaki yazıların altında duran kitaba ve yazara övgülü sözlere kaydı gözüm. Ah dedim niye böyle yazarlar kitapların üstüne. Bırakın ona ben karar vereyim polisiye mi değil mi, aşk mı lirik mi… Belki hiç ummadığım şekilde yolumu kesen bu gelgitli mesafeden kaynaklandı içimde bilmiyorum ama bir süre kitaba adapte olamadım, aniden karşıma çıkan çok sayıdaki kahramanlarını ayırt etmekte güçlük çekiyordu algım. Belki yollarda okuma alışkanlığı edinmiş birisi olduğum için tek defada değil de ara vererek okumam bunu sağlıyordu. Ancak şunu fark ettim ki gittikçe kitaba bağlanıyordum. İlk elli sayfayı geçtiğimde artık gideceğim yerin önemi kalmamıştı, kendime uzun süre konaklayabilecek bir köşe bulup oturdum ve bitirmeden kalkmadım kitabın başından. Mihman okurunu gittikçe artan bir ivmeyle yakalayacak ve bırakmayacak şekilde kurgulanmıştı. Okurken kafamı kaldırıp sorduğum soruların cevabı ilerleyen sayfalarda karşıma çıktıkça yazarın dokuyu nasıl ince ince ördüğüne tanık oluyordum. Bir yandan merakla okurken bir yandan da kitabın kurgusuyla ilgilenmek bana iyi geliyordu. Yoksa ağlamaya başlayacaktım oğlunu bu bitimsiz savaşta kaybeden annenin o esnada ölen iki gerillanın acısıyla birleştirdiği göğsündeki yırtığı göğsümde bulunca. Bize dayatılmış söylemle söylersem bir şehit annesi olarak “vatan sağolsun” diyeceği yerde tam da acısı sayesinde ülkedeki acının kaynağını fark eden annenin yüreğine teslim olacaktım sulu sepken.

SORULMASI GÜÇ SORULARI SESLENDİRİYOR

Bilirsiniz derin acılar yeniden yeniden canımızı yakar. Her ölümde yeniden yoğrulur içimizde büyüyen isyan. Yeniden kabarır hamuru. Göz göz olup patlar omurgamızda. Karnımızda kramp olur, çözümsüz bir yumak. Aslında bambaşka bir yerden bakabilsek konuya… Hani Einstein’in ünlü bir sözü vardır:“Problemleri, onları oluşturan düşünme şekliyle çözemezsiniz” der. Hepimizi yıldıran savaştan değil, dingin bir barıştan yana olacak bakışlara ihtiyaç olunan bu dönemde Mihman bizi annelerin göğsüne davet ediyordu. Oradaki ortak acıyı tanımaya... Ve bunu yaparken, işte buyurun buradan girin diye işaret etmeden konunun bütünselliği içinde ülkenin yaşanmışlıklarını birbirine kararak veriyordu. Evet, okumaya devam ettikçe görüyordum neden bazı kahramanların ismi var bazılarının yoktu başta. Görüyordum neden başlarda aklımda bazı sorular oluşmalıydı ki ilerdeki açılmayı tek tek çözebilsin zihnim. Kitap birbiri içinde ayrışıp karışan örgülerle sürdükçe, farklı özleri nasıl tek tek işlediğini görüyordum. Öyle ince nüanslarla örülmüştü ki okurun da düşünmesini gerekli kılıyordu. O yüzden siz de okurken romanın bir parçası oluyor, sadece okuyan olmaktan çıkıp olayın içinde bazı parçaları bizzat çözen kişi oluyordunuz. Nasıl bu ülkenin gündeminde kendinizi sadece seyreden olarak tanımlayamazsanız roman da size minyatürize edilmiş bir şekilde bunu hissettiriyordu. Okuduğunuz gazetelerin, dinlediğiniz haberlerin satır aralarında başka bir gerçeğin saklı olduğunu ve onu sizin bulup çıkarmanız gerektiğinin ipuçlarını sunuyor ve eğer o ipuçlarını görebiliyorsanız yaşamdaki karşılıklarını da çözmeniz için imkân sağlıyordu bir anlamda. Sorulması güç soruları seslendiriyor, yanıtlarıyla yüzleştiriyordu okuru. Geçmişle bugünü ayırırken, bugünde yeniden geçmişi kurup sözcüklerin doğusuyla batısını birleştiriyordu. Kitaptaki her kimliğin yaşamda karşılığı vardı. Bu nedenle bütün karakterler iyisiyle kötüsüyle okurun yakınlık kuracağı mesafedeydi. Ve yazar her karakteri kendi ağzından konuşturduğu için hepsine eşit mesafede duruyorduk. Hepsinin korkularını, kederlerini, aşklarını, tutkularını görüyorduk ayrı ayrı. Böylece okudukça her karakterle ayrı özdeşleşip içimizde büyüttüğümüz dikenlerle birlikte birbirimize ve kendimize koyduğumuz engellerin de farkına varıyorduk.

MARCOS GİBİ DOLANDIM PENCERELERDE

Romandaki avukat kendinden kaçarken aslında belki de en çok kendine kaçıyordu. Dinlediği şarkı “Aşksız kalma umutsuz kalma, umut hayattır ey yar, aşk hayattır” diyordu ama bunca kuşatılmışlık içinde ne kendini yaşamak mümkündü ne de aşkını. Mihman’ı okurken yer yer güldüm hiç ummadığım anda karşıma çıkan ince mizahla, yer yer buruldu içim, yer yer köpürdü. Yolculuğa katıldım, bitimsiz kan izlerini dokusunda taşıyan tişörtün üstündeki Marcos gibi dolandım tek tek pencerelerde. Mihman oldu yüreğim katlandı acıları, dağların mihmanı gibi “teşekkür” etti ince bir çizginin ötesine. Bir çanağa doldurdu algım tüm biriktirdiklerini. Mihman’da bütün içinde parçayı, parça içinde bütünü görmekten hoşnut oldu gözlerim. Ve sustum bihakkın duymak için. Çünkü romanın yazarı Akif Kurtuluş kitabın son yaprağında söylemişti söyleyeceğini: “Yazdıklarımın hepsi gerçektir. Kişiler kurumlar olaylar… Hepsini ben yarattım.”

Aynur Uluç
Evrensel Gazetesi
30 -09 2012

Mihman
Akif Kurtuluş
İletişim Yayınları 2012
271 sayfa

Yazarın önceki kitapları:
-Yalan Şiirler
-Tören Provası
-Kırgınlıklar Galası
-Herkes Gitmiş
-Romantik Korno
-Harita Metot Defteri
Devamını Gör