ekim'in ekilmesi
"şiştikçe içine büzüşen karnım/ koca bir algı lekesiydi /çektim çıkardım çocukluğumu// gözüme meriçten sürme çekince/ renkten renge kayarak düşü suyla boyadım/ hercailer döküldü avuçlarımdan/ parmaklarımda yeşerdi ölümün gülü" demiştim" ekim" ismini verdiğim şiirde 16 12 13/ 20 45..de..
"gözüme meriçten sürme çekince" demişim ya, anlamanın yolunda, dünyadaki izimi sözlere düşürürken... oysa tam tersi yani " sürmemin tortusunu gözlerimden çekince " olmalı sanırım doğru ifade,
"bir ebe meriç demiş bir ebe gözlerime sürme çekmişti ikinci kez musalla taşında doğduğumda" bu kez de gözüm özgürleşirken ebenin çektiği sürmelerden de kurtulmalı. bunu fark ettim. kurtulmalı derken gelecekte değil, olmuş bile zaten bu kurtuluş..yani aslında olsa olsa kurtulduğu için özgürleşebilmiş olmalı ki elim bu denli serbest kalmış bu son süreçte.
"aldım elime şiir damlatan fırçayı, durmadan çizdim çizdim çizdim dünyayı" derken dilimden şiir akıtıyordum ama şimdi resmen şiiri resimden de akıtıyorum sanki.., dizelerin birbirinden farklı okunabilme aralığı gibi çizdiklerimin içinde saklı şiiri görüyor gözüm. birçok okumaya izin veren çizgilere dönüştüğünü görüyor, an be an ben çizdikçe elimin altında değişip dönüştüğünü anlamın..
gözüm sadece özgürleşmedi galiba, farkındalığı da arttı. çizdiklerimin derinliğine saklı şiirleri hiç yazılmadan görebildikleri için çok mutlu oluyorum. tüm kavramlar yeniden tanımlanmalı, diyoruz ya. tıpkı "şarkıyı iyi icra etmek" teriminin yeniden tanımlanması gerektiği gibi. icra etmek ne soğuk bir kelime. ne içtenliksiz.. parantezin dışında gezinmekten içine giremeyeceğini baştan peşin peşin kendine ve diğerlerine ilân etmek gibi bu tanıma sokuşturulan anlam aralığı sanki. oysa parantezleri yırtıp o boşluğun içinde taklalar atmak da mümkün .
serpil'e çizdğim bu ön resimde saçları havaya fışkırmış kızın mutlu düşen yüzü ile. vakurla bakan kızın aynı çizimlerde ters yüz olması gibi. aynı renklerde saklı spermin aynı zamanda belki balık da olması gibi... ve o balığın bir kuş yavrıusu....
"anlamla anlamsızlık arasında duruyor benim yapıtlarım" diyordu anish kapoor., bir kaç gün önce gezdiğim sergideki sinevizyonda.. anlamla anlamsızlık arasındaki flu alanda duruyor belki de aslında tüm dünya. biz parantezleyip parantezleyip ayırdığımız içindir belki de tüm ayrılıklar. yoksa ki "ölümün gülü" neden fışkırmasın avuçlarımızda "negaitf bir varoluş" olarak. neden doğmak için musalla taşına gerek duyalım illâ. neden çıldırmasın renkler avucumuzda her gün yeniden...
o halde şiirin ikinci hali belki de şöyle olmalı:
ekim
şiştikçe içine büzüşen karnım
koca bir algı lekesiydi
çektim çıkardım çocukluğumu
sürmemin tortusunu gözlerimden çekince
renkten renge kayarak düşü suyla boyadım
hercailer döküldü avuçlarımdan
parmaklarımda yeşerdi ölümün gülü
aynur uluç
17 12 2013 / 07.09
-------------------------- -------------------------- --
şu aralar ne yazıyorum. belirgin bir şey değil. şiirler daha çok. mesela dün gece "ekim"e uğraştım. sayfamda paylaşmıştım ya, hayatımda ilk kez taslak notlarımla birlikte.
meriç'teki sürme aksa mı idi, yaksa mı idi diye ilk başlangıcında.
o çalışmaya gözü de kalbi de dikkatli bir arkadaşımdan (mustafa sütlaş'tan ) yorum geldi mailime. her türlüsünün de çok özel ve kıymetli olabileceğine dair. bazen aynı amaca hizmet eden şeylerin tersi ile de olabileceğini ya da her iki şekilde olabileceğini bana söyleyen. yani ikisinden birisini tercih etmek zorunda olmadığımı bana hoş bir şekilde anımsatan. ve bunun daha da çok versiyonları olabileceğini hatta. ben de o şiire çalıştım. dörtledim kıtaları. önce sürme çekilmiş zaten, sonra sürme fark ediliyor gözde, sonra o gözden çekip alınıyor ve o sürme ve göz seviliyor. dört kıtada böyle bir sıralama ile çalıştım. ama önce o şiire el versin diye başka bir şiirimden söz etmeliyim:
" meriç'in şiiri"nden.
meriç benim göbek adım. göbeğimi keserken "adını meriç koydum" diyerek ebenin verdiği isim. ama annem aynur demiş. çok sevdiği komşusunun kızının adını vermiş, bir vefa borcu gibi. köyünden çıkıp ilk kez istanbul'a geldiğinde ona annelik babalık yapmışlar. o yüzden aynur ablamın adını taşıyorum şimdi nüfusta. annemin o gün yaptığı elbette çok anlamlı ama öte yandan da o ebenin beni doğar doğmaz tanıdığını düşünüyorum, çünkü benim kendimi tanımam yıllarımı aldı... hayatım hep nehir olup akmakla geçti oysa ve ben yol almayı hep sevdim.
geçen gün de bir başka arkadaşım dedi ki:
- seni tanıdığım ilk gün ismini "aynur nehir" diye kaydetmişim telefonuma. tanımak için görür görmez hangi aynur olduğunu...
buna acaip sevindim meriç'i filan bilmeden verdiği bir isim çünkü. adımın tekrar bana verilmesi gibi bir hayat armağanı şimdi bunu duymak.
"az gittim çok döndüm"ün kitap okur tanışması etkinliğinde de altı yıl boyunca konuda konuya konuktan konuğa; hâlden hâle aktığımız "nehirmuhabetler"de gibi hissediyordum bizi. ( kendimi demiyorum sadece, oraya katılan katılmayan hepimizi) ve nehir gibi akan beş saat bitip de etkinliğe katılan herkes gittiğinde o gece mekânda program yapacak olan grup çıktı sahneye. "grup tılsım"mış adı.
dört kişi kalmıştık bizim masada. önce bir kişi gitti. sonra diğeri ve sonra grup solisti programlarının ikinci bölümü de olduğunu söylediği halde salondakiler de gitti zaman içinde,.. salonda garsonlar bile dolaşmaz oldu, müşterileri kalmayınca... imran da kalktı masadan; sanırım dışarı çıktı bir ara... salonda tek ben dinliyordum. beş kişilik bir grup baterisinden gitarına su gibi akan solistleri öyle eskilerden yenilerden çalıyorlardı. ilk kez izlediğim ve dinlediğim gençler. nasıl güzeller. nasıl güzel şarkıları nasıl güzel çalıyorlar. salonda sadece ben kalınca ve bir süredir de sürünce bu durum..; solist çocuk bana dedi ki mikrofondan.
-salon boşaldı. )))
ben de dedim ki "düşünün ki bu salon ağzına kadar dolu... ama ben yokum. emin olun şu anda ben hepsinden daha fazla dinliyorum. şu anda o denli çok dinleniyorsunuz candan. o denli derin .. yani salon boş değil "
... devam ettiler.
ben de içimden bir şarkı tuttum..;
-bu şarkı "yol" un olsun. nehir gibi akan yolumun olsun bu şarkı.
ve kulaklarıma inanamadım. "boat on the river"ı çalmaya başladılar.
sular seller gibi ağladım.
aynur uluç
21 12 2013 / 10.00
ekim
gözüme meriç'ten sürme çekilmişti daha doğarken
şiştikçe içine büzüşen karnım
koca bir algı lekesiydi
çektim
çıkardım çocukluğumu
elden ele kayarak düşü suyla boyadım
hercailer döküldü avuçlarımdan
parmaklarımda yeşerdi ölümün gülü
gözümde meriç'i fark ettiğimde
telden tele kayarak düşü
kirle boyadım
bambaşka hercailer döküldü avuçlarımdan
ırmaklarımda ürperdi yaşamın gülü
sürmemin tortusunu gözlerimden çekince
ekince ellerime yeniden
boyverince dilimde
renkten renge kayarak
düşü
selle boyadım
yepyeni hercailer döküldü avuçlarımdan
içimdeki meriç'i, sevmeyi de bilince
remden reme kayarak düşü düşle boyadım
renk renk hercailer döküldü avuçlarımdan
karanfiller, fesleğenler döküldü
papatyalar, begonviller döküldü
şarkılar şiirler
masallar döküldü tek tek
kaynaklarımda binverdi sihirin gülü
aynur uluç /21 12 13 ...12.00
"şiştikçe içine büzüşen karnım/ koca bir algı lekesiydi /çektim çıkardım çocukluğumu// gözüme meriçten sürme çekince/ renkten renge kayarak düşü suyla boyadım/ hercailer döküldü avuçlarımdan/
"gözüme meriçten sürme çekince" demişim ya, anlamanın yolunda, dünyadaki izimi sözlere düşürürken... oysa tam tersi yani " sürmemin tortusunu gözlerimden çekince " olmalı sanırım doğru ifade,
"bir ebe meriç demiş bir ebe gözlerime sürme çekmişti ikinci kez musalla taşında doğduğumda" bu kez de gözüm özgürleşirken ebenin çektiği sürmelerden de kurtulmalı. bunu fark ettim. kurtulmalı derken gelecekte değil, olmuş bile zaten bu kurtuluş..yani aslında olsa olsa kurtulduğu için özgürleşebilmiş olmalı ki elim bu denli serbest kalmış bu son süreçte.
"aldım elime şiir damlatan fırçayı, durmadan çizdim çizdim çizdim dünyayı" derken dilimden şiir akıtıyordum ama şimdi resmen şiiri resimden de akıtıyorum sanki.., dizelerin birbirinden farklı okunabilme aralığı gibi çizdiklerimin içinde saklı şiiri görüyor gözüm. birçok okumaya izin veren çizgilere dönüştüğünü görüyor, an be an ben çizdikçe elimin altında değişip dönüştüğünü anlamın..
gözüm sadece özgürleşmedi galiba, farkındalığı da arttı. çizdiklerimin derinliğine saklı şiirleri hiç yazılmadan görebildikleri için çok mutlu oluyorum. tüm kavramlar yeniden tanımlanmalı, diyoruz ya. tıpkı "şarkıyı iyi icra etmek" teriminin yeniden tanımlanması gerektiği gibi. icra etmek ne soğuk bir kelime. ne içtenliksiz.. parantezin dışında gezinmekten içine giremeyeceğini baştan peşin peşin kendine ve diğerlerine ilân etmek gibi bu tanıma sokuşturulan anlam aralığı sanki. oysa parantezleri yırtıp o boşluğun içinde taklalar atmak da mümkün .
serpil'e çizdğim bu ön resimde saçları havaya fışkırmış kızın mutlu düşen yüzü ile. vakurla bakan kızın aynı çizimlerde ters yüz olması gibi. aynı renklerde saklı spermin aynı zamanda belki balık da olması gibi... ve o balığın bir kuş yavrıusu....
"anlamla anlamsızlık arasında duruyor benim yapıtlarım" diyordu anish kapoor., bir kaç gün önce gezdiğim sergideki sinevizyonda.. anlamla anlamsızlık arasındaki flu alanda duruyor belki de aslında tüm dünya. biz parantezleyip parantezleyip ayırdığımız içindir belki de tüm ayrılıklar. yoksa ki "ölümün gülü" neden fışkırmasın avuçlarımızda "negaitf bir varoluş" olarak. neden doğmak için musalla taşına gerek duyalım illâ. neden çıldırmasın renkler avucumuzda her gün yeniden...
o halde şiirin ikinci hali belki de şöyle olmalı:
ekim
şiştikçe içine büzüşen karnım
koca bir algı lekesiydi
çektim çıkardım çocukluğumu
sürmemin tortusunu gözlerimden çekince
renkten renge kayarak düşü suyla boyadım
hercailer döküldü avuçlarımdan
parmaklarımda yeşerdi ölümün gülü
aynur uluç
17 12 2013 / 07.09
--------------------------
şu aralar ne yazıyorum. belirgin bir şey değil. şiirler daha çok. mesela dün gece "ekim"e uğraştım. sayfamda paylaşmıştım ya, hayatımda ilk kez taslak notlarımla birlikte.
meriç'teki sürme aksa mı idi, yaksa mı idi diye ilk başlangıcında.
o çalışmaya gözü de kalbi de dikkatli bir arkadaşımdan (mustafa sütlaş'tan ) yorum geldi mailime. her türlüsünün de çok özel ve kıymetli olabileceğine dair. bazen aynı amaca hizmet eden şeylerin tersi ile de olabileceğini ya da her iki şekilde olabileceğini bana söyleyen. yani ikisinden birisini tercih etmek zorunda olmadığımı bana hoş bir şekilde anımsatan. ve bunun daha da çok versiyonları olabileceğini hatta. ben de o şiire çalıştım. dörtledim kıtaları. önce sürme çekilmiş zaten, sonra sürme fark ediliyor gözde, sonra o gözden çekip alınıyor ve o sürme ve göz seviliyor. dört kıtada böyle bir sıralama ile çalıştım. ama önce o şiire el versin diye başka bir şiirimden söz etmeliyim:
" meriç'in şiiri"nden.
meriç benim göbek adım. göbeğimi keserken "adını meriç koydum" diyerek ebenin verdiği isim. ama annem aynur demiş. çok sevdiği komşusunun kızının adını vermiş, bir vefa borcu gibi. köyünden çıkıp ilk kez istanbul'a geldiğinde ona annelik babalık yapmışlar. o yüzden aynur ablamın adını taşıyorum şimdi nüfusta. annemin o gün yaptığı elbette çok anlamlı ama öte yandan da o ebenin beni doğar doğmaz tanıdığını düşünüyorum, çünkü benim kendimi tanımam yıllarımı aldı... hayatım hep nehir olup akmakla geçti oysa ve ben yol almayı hep sevdim.
geçen gün de bir başka arkadaşım dedi ki:
- seni tanıdığım ilk gün ismini "aynur nehir" diye kaydetmişim telefonuma. tanımak için görür görmez hangi aynur olduğunu...
buna acaip sevindim meriç'i filan bilmeden verdiği bir isim çünkü. adımın tekrar bana verilmesi gibi bir hayat armağanı şimdi bunu duymak.
"az gittim çok döndüm"ün kitap okur tanışması etkinliğinde de altı yıl boyunca konuda konuya konuktan konuğa; hâlden hâle aktığımız "nehirmuhabetler"de gibi hissediyordum bizi. ( kendimi demiyorum sadece, oraya katılan katılmayan hepimizi) ve nehir gibi akan beş saat bitip de etkinliğe katılan herkes gittiğinde o gece mekânda program yapacak olan grup çıktı sahneye. "grup tılsım"mış adı.
dört kişi kalmıştık bizim masada. önce bir kişi gitti. sonra diğeri ve sonra grup solisti programlarının ikinci bölümü de olduğunu söylediği halde salondakiler de gitti zaman içinde,.. salonda garsonlar bile dolaşmaz oldu, müşterileri kalmayınca... imran da kalktı masadan; sanırım dışarı çıktı bir ara... salonda tek ben dinliyordum. beş kişilik bir grup baterisinden gitarına su gibi akan solistleri öyle eskilerden yenilerden çalıyorlardı. ilk kez izlediğim ve dinlediğim gençler. nasıl güzeller. nasıl güzel şarkıları nasıl güzel çalıyorlar. salonda sadece ben kalınca ve bir süredir de sürünce bu durum..; solist çocuk bana dedi ki mikrofondan.
-salon boşaldı. )))
ben de dedim ki "düşünün ki bu salon ağzına kadar dolu... ama ben yokum. emin olun şu anda ben hepsinden daha fazla dinliyorum. şu anda o denli çok dinleniyorsunuz candan. o denli derin .. yani salon boş değil "
... devam ettiler.
ben de içimden bir şarkı tuttum..;
-bu şarkı "yol" un olsun. nehir gibi akan yolumun olsun bu şarkı.
ve kulaklarıma inanamadım. "boat on the river"ı çalmaya başladılar.
sular seller gibi ağladım.
aynur uluç
21 12 2013 / 10.00
ekim
gözüme meriç'ten sürme çekilmişti daha doğarken
şiştikçe içine büzüşen karnım
koca bir algı lekesiydi
çektim
çıkardım çocukluğumu
elden ele kayarak düşü suyla boyadım
hercailer döküldü avuçlarımdan
parmaklarımda yeşerdi ölümün gülü
gözümde meriç'i fark ettiğimde
telden tele kayarak düşü
kirle boyadım
bambaşka hercailer döküldü avuçlarımdan
ırmaklarımda ürperdi yaşamın gülü
sürmemin tortusunu gözlerimden çekince
ekince ellerime yeniden
boyverince dilimde
renkten renge kayarak
düşü
selle boyadım
yepyeni hercailer döküldü avuçlarımdan
içimdeki meriç'i, sevmeyi de bilince
remden reme kayarak düşü düşle boyadım
renk renk hercailer döküldü avuçlarımdan
karanfiller, fesleğenler döküldü
papatyalar, begonviller döküldü
şarkılar şiirler
masallar döküldü tek tek
kaynaklarımda binverdi sihirin gülü
aynur uluç /21 12 13 ...12.00
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder