Aynur Uluç... Şair, yazar, ressam,
anlatıcı, eczacı... Aynı zamanda hiç biri...
Çünkü kendisi bu kimliklerin ifade ettiği anlamların sıkıştırılmış
kalıplarının ötesinde, İnsandaki “başarı” hazzının başkasının başarısızlığı,
mutsuzluğu üzerine kurulduğunu belirterek “Eğer dünya daha yaşanılır bir yer
olsun diye uğraşacaksak sanat bir yol, bir araç olmak zorunda. Sanat, araya
mesafeler girmediğinde hayatın içinde kalır, o yüzden etkin bir yoldur.
Dolayısıyla sanatçı diye bir şey kalmamak zorunda” diyerek anlatıyor sanata
bakış açısını. Ve ekliyor “Şiir şairlere dahi bırakılamayacak kadar ciddi bir
iştir. Çünkü sanatçı olmak gerekmiyor üretmek için...
Röportaj: Deniz
Bilgen
Aynur
Uluç’un eczacı kimliğinin yanında sanatçı kimliğini oluşturan şey nedir? Hangi
nedenler Uluç’un sanat yolculuğuna başlamasına sebep oldu?
Aslında
ayrı ayrı diye tanımladığımız kavramların birbiri ile ilişkilenme hâline bakmak
gerekir bu sorunun yanıtı için. Benim yaptığım alışageldiğimiz bir eczacılık
değil; kişiye özel hazırlanan yani her birisi diğerinden farklı ilaçlar
yapıyorum. Baz kremler hazırlıyorum önce. İçine herkesin kendi derdine göre
ayrı doğal maddeler katıyorum. Her birisi ayrı birer şiir gibiler benim
gözümde. Öte yandan şiir de bir omurga üzerinden dize dize harflerin,
sözlerin, seslerin ve anlamların birbirine karışma, birbirinde erime hâli değil
midir? Her şeyin birbiri ile ilintili olduğunu düşünürüm ben. Her alan diğerini
besler, büyütür, geliştirir. Bunun böyle olduğunu fark etmemin tarihi zamansal
olarak verilebilir sadece. Çünkü bizi hazırlayan büyük bir insanlık hafızasının
içine doğarız aslında. Yaşamımız içinde olup bitenin ne kadarını fark
edebildiğimiz, ne kadarını ifade etmeye hazırlandığımız ve buna başladığımız
zamanı ve ifade etme biçimlerimizi kesin çizgilerle birbirinden ayırmak zor.
Sadece şunu söyleyebilirim; yolun bize getirdikleriyle karşılaşma anlarında
hangi durumda olduğumuzu bilemeyebiliriz. Belki de sonrasında dönüp o ana
baktığımızda kendimizi yeniden oluşturabilme imkânı buluyoruzdur. İşte bu
yüzden yolculuk nerede başladı buna yanıt vermek gerçekten zor…
Peki,
Aynur Uluç ne anlatmak istiyor? Sanatla uğraşmasını sağlayan şey ne?
Öncelikle
ben istiyorum ki daha yaşanılası bir dünyada yaşayayım. Bu dünyayı da sadece
kendim için istemiyorum. Bu çok önemli bir ayrım noktası. Kendim için istersem
bu “bencil” bir istek olur. Eğer insan yaşamak istediği dünyayı sadece kendisi
ve yakınları için istiyorsa nalıncı keseri gibi kendine yontarak rahat etmeye
çalışacaktır. Bu tür insanın bulunduğu koşullarda nispeten biraz daha rahat bir
yaşam elde etmesi de mümkün, çabası bu yönde olacağı için. Oysa birileri
mutsuzken mutlu olamayacağını düşünürsen daha yaşanılası bir dünya için
uğraşmaya başlıyorsun. Sanat bu uğraş için bir araç oluyor. "Şehre
mutluluk veren" bir kızın öyküsü vardı, duymuşsunuzdur. Bu
Poliancılık meselesi değil. “Ne yapıyorsun sen?” diye sorduklarında, “Şehre
mutluluk enjekte ediyorum” diye cevap veriyordu. Yaptığı şey karşılaştığı
insanlarla iletişim halinde olmak ve onlara güler yüzlü davranmaktı sadece.
Belki ilk bakışta çok klasik gelebilir ama bazen klasik sözler hayatın
bilgeliğini içeriyor. Dünyayı daha iyi bir yer hâline getirme çabalarımıza
rağmen, yeni rağmen alanları kendini dayatacak hayatımızda. Bizim bu çabamız
onlara rağmen, onlar da bunlara rağmen bir şeyler yapacaklar yıkmak için. Kendi
içinde sarmal bir şekilde gidecek bir yolculuk bu. Mesele, biz hangi tarafta
olacağız.
“Biz ubuntu yapıyoruz”
O
zaman yaptığın çabaya mücadele diyebilir miyiz? Bu mücadeleyi anlatmak,
tanıtmak çabası mı?
Ben
bunun mücadele veya benzeri sözcüklerle tanımlanmasından yana değilim. Bu tarz
sözcükler yaygın düşünme biçimlerinin dayattığı çözümsel yöntemler. Bir şeyi
elde etmemiz için kavga etmemiz gerekiyor bu mantıkta. Bir şeyi kazanabilmemiz
için birinin elinden almamız gerekiyor. Oysa “ubuntu” diye bir söz var. Batılı
bir bilim adamı Afrikalı çocuklara bir ağacın altında duran elmaları göstererek
oraya ilk varanın tüm elmaları alabileceğini söylüyor. Haydi denildiğinde ezber
bozan bir şey oluyor. Çocukların hepsi el ele tutuşarak ağacın altına gidiyor
ve elmaları hepsi birlikte yemeye başlıyorlar. Diyor ki batılı bilim adamı; “Ne
yapıyorsunuz? Hani ilk ulaşanın olacaktı elmalar?” Çocukların cevabı
ilginç; “Biz ubuntu yapıyoruz”. Oraya birlikte ulaşabilme hâlini,
birbirini taşıma, birbirini bekleme hâlini tercih ediyor çocuklar. Biliyorlar
ki içlerinden birileri mutsuzsa o mutluluk olmayacak, alçakça bir şey olacak
hatta bu. Düşünsenize mutluluk elmaysa, onu yiyeceksin, dişleyeceksin ama
birilerinin de yiyemediğini bileceksin, hatta diğerlerini geçmiş olmanın da
hazzı eklenecek elma yeme hazzına. Bize başarıdan gurur duymamız öğretildi hep
ama başarı utanılacak bir duruma dönüşüyor buradan bakıldığında. Ve neden
sanata bu kadar çok emek harcıyoruz sorusuna geliyor iş bu noktada. Oysa sanat
kaçınılmaz oluyor ve sanat her yerde olmak zorunda. Öyle ki sanatçı olmak
gerekmiyor üretmek için.
Neyi
üretmek?
Hayatı
yeniden üretmek... Hayatı yeniden üretebilmek için, kendini yeniden üretmek.
Kendini yeniden üretebilmek için etrafında olan, seni besleyen şeylerin sana
değmesine izin vermek, onlara ulaşma çabandan vazgeçmemek. Bize dayatılandan
başka bir algıya ulaşma biçimi bulmak kendimize...
Mücadele
olarak nitelendirmeseniz de sanki genel olarak bir alıp veremediğiniz var gibi…
O
direnme noktası aslında. Mücadele gibi görünüyor bazen. Bana giydirilmeye
çalışılan, bana öğretilerle gelen, bende emanet olan her şeyi bünyeme almaya
direnmek. Çünkü yolculuk böyle bir şey aslında. Aynur’dan önce doğanın bir
parçası olan insanın ki; buradan algılıyorum ben; insan doğanın efendisi
değildir. İnsan efendi olmadığını fark ettiğinde nesi olduğunu fark etmeye
başlayacak? Hani hayvanları koruma derneği var. Hayvanları koruma derneği
dediğimizde insanın üstte olduğu, hayvanların korunmaya muhtaç olduğu
varsayılıyor peşinen. Ya da şifalı bitkiler... Oysa bir rengi var, toprakta
duruşu, birçok özelliği var o bitkilerin ama biz onları şifalı olması üzerinden
yani insana yararlılığı üzerinden algılıyoruz.
Çıkar
ilişkisine göre anlamlandırıyoruz.
Evet,
menfaat üzerinden algılıyoruz ve "her şey insan içindir" diyoruz.
Dolayısıyla insanın bütün bunların gerçekten bir parçası olduğunu unutuyoruz.
İnsan kendini bu kadar önemsediği zaman doğallık-yapaylık kavramları çıkıyor
ortaya.
İnsanın
var oluşundaki kibire dur demeye çalışıyorsun diyebilir miyiz?
Diyebiliriz.
Çünkü bu benim kendimde de çok çabaladığım bir şey. Varsa ki… var yani.
O
zaman insanın en saf haline ulaşma çabası sizinkisi. Bu durumda kadın kimliği
de ortadan kalkıyor, insan devreye giriyor…
Evet.
Zenginliklerimiz var ama kadınla ilgili derdim de var. Kadının biraz daha
anlatılması gerekiyor, ezildiği ve görünmez kılınmaya çalışıldığı için. Hepsi
bunların iç içe aslında. Yine aynı yerden yanıtlayayım. İnsanın doğanın bir
parçası olduğunu bilme hâli aslında bu da. İnsan şöyle baksa kendi kıymetliliğini
de görecek çünkü. Diyelim ki ortalama insan ömrü yetmiş seksen yıl olsun, bu
bilgiyi cebimizde tutup gezegenimizden söz edelim. Galaksiler arasından gelelim
Samanyolu Galaksisi’ne, oradan Güneş Sistemi’ne ve onun içinde küçücük bir
yerde gezegenimiz. Onun içinde daha da küçük insan var. Etine batırsan bıçak
girecek. Bu kadar zayıf, ölmesi bu kadar kolay... Ölmese bile ortalama yetmiş
seksen yıl yaşayacak olan insan var. Burada ölmek ve öldürmek kavramları
üzerinden insana bakalım. Bir kara parçası için, bir ev için, yeşil bir banknot
için kendi ruhundan vazgeçebiliyor. Oysa şunu anlasan; sen çok küçüksün insan
ve aynı zamanda çok büyüksün… Büyüklüğünü fark edebilmek için önce küçüklüğünü
kabul etmek gerekiyor. Küçülte küçülte geldiğimiz yerdeki küçücük nokta birebir
benim hayatım oluyor, düşünsenize yüzde yüz oluyor o bütün bende. Benim için,
senin için, her birimiz için. Bence insanın dünyanın dengesindeki yeri bu
şekilde olmamalı.
“Az
Gittim Çok Döndüm”
Okurlarına
kitaplarını imzalamak yerine resimler yapıyorsun, Her bir imza okura özel
resimlere dönüşüyor.
Aslında
eser dersek, attığımız küçük bir çizik de eser, değil dersek yazmış olduğumuz
kitaplar da eser değil. Dolayısıyla ben öyle bir yerden yola çıktım. Az önce
kibir dedik ya, insanların “Ben yazar oldum” kibriyle
okurlarına “İsmin ne canım?” derken "ubuntu"
hikâyesindeki gibi dersek diğerlerinden önce gidip kaptığı elmayı yerken
duymaması gereken hazzın bir benzeri olduğunu düşündüğüm kimlik olmak, o kitaba
imzasını atarken imzayı atan kişi olduğunu düşünmek benim doğama uygun değil.
Okur kimliğimle söylersem de; imzayı atan kişinin benim üzerimden kendini iyi
hissetme çabası kendi içinde birçok soru içeriyor. O zaman dedim ki okur ve ben
eşitiz. Sadece bir buluşma noktamız olmuş. Ben bir şeyler emeklemişim.
Koymuşum, düşünmüşüm, ölçüp düzenlemişim. Terzi kızıyım ben, dikmişim
sözcükleri kitabın üzerinden. Şimdi de diyorum ki “Bu karşılaşma anımız biricik
ey okur! Bu benim için çok kıymetli! Senin için de kıymetli olması lazım. Bu
öylesine bir an değil. Çünkü o benimle tanışıyor, onca emek verdiğim kitapla
tanışıyor, ben de onunla tanışıyorum tüm bu olup biten üzerinden. Paylaşımın
bir parçası O, bir parçası ben'im. Kitap sayesinde tanışıyoruz. Birlikte
yolculuğa çıkıyoruz. Kitabın adı “Az Gittim Çok Döndüm” böyle
bir şeyi imliyor tam da. Okurla o anda çoklaşıyoruz ve tekrar tekrar gidip
dönüyoruz.
Kitabı
bildiğimiz kalıplardan çıkarıp başka bir şeye dönüştürüyorsunuz.
Doğrudur.
Aslında bunlar birbirini doğuruyor. Pratikte yaşadığım şeyi söyleyeyim. İnsanlar
uzmanlaşıyor bir konuda “bilir kişi” oluyorlar ya. Bilir şair oluyorlar, bilir
ressam oluyorlar. Böyle olunca ben kırk yaşında şair oldum diyorum. Tırnak
içinde, “Ah! Şair olsaydım da anlatabilseydim” diyerek kendimle dalga geçiyorum
bir şiirde, “Ah şair olmak vardı, şimdi bir şiir yazılabilirdi” diye. Tam da
ressam olmak vardı diyerek elimde hiçbir çizgi olmadan o kitaba imza yerine her
bir okur için ayrı bir şekil ve renk çizmeyi içimden geldiğince hiçbir şeyi
hesaplamadan ve yanına nakış gibi şiir dizeleri yine her okur için ayrı ayrı
yazarken elimi uzlaştırmaya başladım.” Bu durumu nasıl tanımlıyorsun?” diye
sormuştu bir arkadaşım. O’na “İmzaları tepetaklak yapıyorum” demiştim. Kendimi
tepetaklak yapıyorum aslında.
Peki
biraz da yolculuğunuzdan söz edelim…
“Yolun
kendi bile güzel, kim bilir ne hoştur varsam kaynağına” şeklinde bir dize
çıkartmıştım bünyemden yıllar önce. İşte sonra anlıyorsun ki; kaynağı merak
etme çabasını güzellerken aslında "yolun kendi bile
güzel" derken "bile" sözü ile yolun kalbini kıran bu
dize tam da tersine çevrilebilir bir şeymiş. Yani yolun kendisi güzel olduğu
için kaynağına varma çabası güzel. “Az gittim çok döndüm” bu yolculukları
anlatıyor. “Yer yatağı” ise biraz daha saklı yolculukları... Aslında söylemeye
çalıştığım şey şu; beni görsünler, duysunlar derdinde değilim. Üretilebilir
demek istiyorum sadece. O nedenle 40’ında şiire, 50’sinde çizmeye başladım
demek benim hoşuma gidiyor. Yani bu güzel bir şey, ters bir şey…
“İçimden geçen renkler”
Hepimizin
anlatacak bir şeyleri ve anlatma kanalları var demek mi istiyorsunuz?
Anlatımı
belli kişilere bırakmak yerine kendimizin yapması gerektiğini söylüyorum. Bu
kişiler kendi varlıklarını oradan tanımladıkları için kendi girdikleri kanala
sizin girmenizi istemiyorlar. O yüzden maddi ya da manevi olarak üretimlerinden
kişisel çıkar bekleyenler her işi erbabı yapsın der. Sistem ise aslında kontrol
edemediği hiç bir üretimi istemez. Yaşamı üretmek için en büyük kaynağın sizde
olduğunu bilmeyin ister. Hayır diyerek dayatılana itiraz etmek için bile değil,
bu düşünme şeklini o kadar bile kâle almayarak doğrudan kendimi elime saldığım
için çiziyorum ben. Ressam değilim sadece çizenim. O an için çizenim. İçimden
geçen renkleri eskizsiz, taslaksız, çizdiğim ne çıkacak diye korkusuz elim
nasıl istiyorsa öylece çiziktirenim. Dilim nasıl istiyorsa sözlere dökenim,
sözün yetmediği yerde seslere... Sözün, resmin, sesin yetmediği yerde bedenimin
dile ile anlatanım. Gözlerin içine bakanım anlatırken. Anlatacağım bir şey
varsa onun yolunu arayanım yani... Biçim önemsiz hepimiz birbirimize akabiliriz.
Kelimeleri
de parçalıyorsunuz aynı zamanda...
Evet.
Kelimeleri birilerinin tekelinden kurtarmak istiyorum. Şiir şairlere dahi
bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. "Postacı" filminde “Şiir
ihtiyacı olanındır” der. Böyle bir şey de değil benim sözünü ettiğim. Şiir,
sadece şairlerce tanımlanması ve onların ambargosuna bırakılamayacak kadar
ciddi bir düştür aslında. Şiir hayatın içindedir. Benim annem şiir yazmadı ama
bence şairdi. Komşularına sorarsanız terziydi... Şair bir terziydi ama
anlamları birbirine eklemek, dikmekse şiir, O güllerini dikiyordu meselâ yer
yüzüne. Bir örnek anlatacağım. Bir kadın bahçesindeki gülleri koparmış. “Ne
yapıyorsun?” diye kadına seslendiğinde koparan kadın reçel yapacağını söylemiş
güllerden. Bunun üzerine annem, “Yavrularımı pişirecek misin?” diyor. Tam da
böyle bir şey şiir. Tam da böyle bir şey resim. Tam da böyle bir şey çıkıp
sahnede konuşmak. Sahne her yer çünkü. Eğer daha iyi insan olmak için sanattan
yararlanacaksak sanat bir yol, bir araç olmak zorunda. Dolayısıyla sanatçı diye
bir şey kalmamak zorunda.
23 kasım 2015 /cafe sanat